Aydıncık’ın
tarihi adı, çeşitli medeniyetlere beşiklik etmiş olan Kelenderis’tir.
Mitolojiye göre de Kelenderis, denizcilik ve ticarette çok ilerlemiş
Fenikelilerden Sandakos tarafından üç bin yıl önce bir liman ve ticaret şehri
olarak kurulmuştur. Kente daha sonra Hititler, Asurlular, Sisamlılar,
Selefkoslar, Mısırlılar, Romalılar, Emeviler, Bizanslılar, Ermeniler,
Karamanoğulları ve Osmanlılar hâkim olmuştur.
Romalılar
yöreye hâkim olunca, kent imar görmüş; şato, saray, suyolları, tiyatro ve hamam
yapılmış. Limanı'ndan önemli ölçüde yararlanılan Kelenderis Roma'nın
vazgeçilmez bir ticaret şehri olmuştur.
Kelenderis ilk
parlak dönemini MÖ 5. ve 4. yüzyıllarda yaşamış. Kendi parası MÖ V. yüzyılda
görülmeye başlamış ve Büyük İskender'in Anadolu'ya gelişine kadar sürmüştür. MÖ
425-400 yıllarına tarihlenen gümüş bir Kelenderis sikkesinin ön yüzünde şaha
kalmış bir atın üstünde yan oturmuş bir süvari; arka yüzünde ise başını sağa
çevirmiş ve diz çökmüş vaziyette bir keçi bulunmaktadır.
Yöre 11. yüzyılda
Ermenilerin eline geçmiş. 1228 yılında da Karamanoğlu Alâeddin Bey'in
komutanlarından Ertokuş Bey, Kelenderis Kalesi'ni Ermeniler'den alarak buraya
doğudan gelen Türkleri yerleştirmiştir.
1461 yılında Silifke ve Mut ile birlikte
Gülnar da Fatih Sultan Mehmet döneminde, Gedik Ahmet Paşa tarafından Osmanlı
yönetimine katılmıştır.
Celenderis, Kelenderis,
Kelendere, Kelenderi, Kilindra, Kelendiri, Kalendria, Kelendri, Gelendir,
Gilindir gibi isimler zaman içerisinde değişimlere uğrayarak 19. yüzyıl başlarında
da Gilindire’ye dönüşür.
Gülnar Hatun'a bağlı
Oğuz boyları Horasan Bölgesi'nin Merv Kenti'nden göçerek Toroslar'a gelip
yerleştikleri için yöremize Gülnar adı verilmişti. 1867 Vilayet Nizamnamesi'nin
getirdiği yeni yönetsel bölümlenme uyarınca, İçel Sancağı'nın kazaları
şunlardı: Anamur, Mut, Silifke ve merkezi Kilindria olan Gülnar.
Vital Cuinet’nin
1891 yılında Paris’te Ernest Leroux tarafından basılan La Turquie d’Asie adlı
eserinde Gilindire hakkında şu bilgileri vermektedir:
“Bu küçük
kasabanın nüfusu sadece 210’dur ve halkın hemen hemen hepsi Kıbrıs ya da
Alanya’dan göçüp gelen Rumlardır.”
Tanin Gazetesi
yazarlarından Ahmet Şerif ise 1910 yılında Gilindire ile ilgili olarak şunları
yazar: “Halk İslam ve Rum'dur. Rumlar daha kalabalıktır. İki taraf
birbirleriyle pek güzel geçiniyorlar, diyebilirim ki, burası bir birlik
örneğidir.”
O yıllarda
Türklerin çoğu hâlâ göçerdir, hayvancılıkla uğraşmaktadır ayrıca tabiatın
sunduğu keçiboynuzu, meşe palamudu gibi orman ürünlerini toplayıp satmaktadır.
Rumlarsa, liman çevresinde oturmakta olup uluslararası bağlantıları vardır,
ekonomik yönden daha güçlüdür, ev ve tarla sahibidir, ticaret ve sanat yaşamını
elinde tutmaktadır. Yapı ustası, demirci, kalaycı, fırıncı, ayakkabıcı, fes
kalıpçısı, boyacı, berber, meyhaneci hepsi onlardandır.
KELENDERİS- GİLİNDİRE
VE GEZGİNLER
“Bu gezginlerden ilki
olan G. A. Olivier 18 Eylül 1796 yılında Kıbrıs'tan Girne (Cerino, Ceronia veya
Ceroniun) limanından yola çıkarak, Kelenderis'e (kendi ifadesiyle Celindro’ya)
gelir. Burada kaldığı tek gün hakkındaki notlarında, çevredeki bitki örtüsünden
ve kent içinde görülebilen sur, mezar ve suyolu gibi kalıntılardan söz
eder." (Levent Zoroğlu, Kelenderis 1-Kaynaklar, Kalıntılar, Buluntular.
S.26-27)
Pirî Reis, 1521 yılında
yazdığı Kitab-ı Bahriye'de Gilindire hakkında şöyle demektedir:
"Ada gibi yumru
bir burundur. Ol burunun iki yanu yatakdur. Ol yatakların neresinden kazarlarsa
su çıkar… karşusunda ada vardur. Ol ada ile burun arasından büyük gemiler
geçer. Derindir. Ve ba’dehu mezkur adadan Gilindire beş mildir. …mezkur
Gilindire gün doğusuna karşu deniz kenarında bir burun üzerinde bir harab
kal'edür. Ve illa burc u barusu dahi tamam durur.. Ve ol kal'enün önünde bir
küçücük liman vardur..." (Gündüz Artan, İçel Gezginleri)
KALENDRIA
"Kilikya
kıyısındaki küçük Kalendria (Chelindreh) limanı, mehtaplı gecelerde, doğanın
sadık bir kopyasından ziyade bir ressamın hayalinde canlandırarak yaptığı bir
tabloya benzer. Kıyılarının, piramidi andıran yalçın kayalarının ve adalarının
manzarasını seyrederek büyük bir zevk alınacak en uygun vakit, işte böyle
gecelerdir: Her kuleye, her kayaya, her sivri tepeli dağa vuran ayın şavkı,
kalker kayalı ve siyah mermerli, ağacı ya da yeşilliği nadir olan yüksek
yamaçlara daha güzel bir görüntü verir ayrıca yakıcı güneş altında oldukça
belirgin olan çıplaklığı ve çirkinliği de örter. Sabahın ilk rüzgarı ile yelken
açacak iki serenli güzel bir geminin hareketi için, kıyıda her şey bir kargaşa
ve uğultu içinde geçer: Gemiler yük ve yolcusuyla denize açılır. Pek işlek
olmayan limanda nadir görünen böyle bir olay için köy halkının hemen hemen
tümünde bir hareketlilik göze çarpar. İstanbul-Kıbrıs postası burada gemiye
yüklenir; Kıbrıs ise yüksek yerlerden ufukta görünür…
Kendisini Kıbrıs’a
götürecek bir tekne ya da Konya istikametine gidecek bir vasıta bulamayan
sabırsız yolcuyu oyalayabilecek pek az şey var Kalendria’da. Barınacak yerler
de hoş ve rahat değil. Bu durumda yolcu da, eski ve kocaman kulenin,
odalarıyla, parlak ışıklarıyla yabancılara hâlâ açık olmasını canı gönülden
arzu etmekten kendini alamıyor. Kuleciklerden birindeki bir odanın
penceresinden böyle bir geceyi seyretmek, surdaki bir nöbetçiyi bir Kilikya
şarkısını söylerken dinlemek ne hoş olurdu! Tiberius döneminde, çeşitli dümen
ve dolapla Germanicus’un öldürülmesi olayına karışan Pison işte burada
yakalanmıştı. Sentius Pison’u Kilikya’da, Celendris adında bir kaleye sığınmaya
zorlamıştı. Savaş başladı; Sentius avantajlı duruma geçmişti ki Pison düşman
gemilerindeki lejyonerlere, sura çıkarak, kendini gösterdi ve onlara hitap
etti, onları kendi tarafına çekebilmek için elinden geleni yaptı ve dördüncü
lejyonun bayraktarını kendi tarafına geçirmeyi başardı. Bunun üzerine, Sentius
trompetleri çaldırttı ve askerler de saldırıya geçti. Pison, Celendris’te
kalmasına izin verilirse, teslim olacağını bildirdi ama teklifi reddedildi.
Kendisine İtalya’ya gidebilmesi için sadece birkaç gemi ile bir pasaport
verildi. Kale şu an tamamen harap halde ama Rum korsanlar için kulesinde geçici
olarak barınmak bakımından az da olsa cazip gelebilir.
Gece, karanlığıyla
saracağından
Alaycı bir tavır
takınmakta;
Issız kule ise, ahşap
ince ihata duvarından,
Batmakta olan aya şöyle
bir bakmakta.
Kentin bir yanında çok
iyi inşa edilmiş kemerler, diğer yanında çok sayıda mezar evler ve lâhitler
bulunduğuna dikkat çekiyor Kaptan Beaufort. Bu lâhitler iri mermerlerden
yapılmış ama yılların etkisiyle yıpranmış ve üzerlerindeki yazıların büyük bir
kısmı silinmiş.
Üç küçük adanın
bulunduğu Kilindria, sıkça uğranılan bir yer olmasa da, yiyecek ve içecek bir
şeyler sunabiliyor gelenlere; Kıbrıs şarabı oraya gelen gemiler tarafından
getiriliyor; harabeye dönmüş kalede, kayalardaki her delik ya da yarıkta
güvercin yuvaları var; güvercin hem çok güzel, hem de çok bol…"
(Suriye, Kutsal Topraklar,
Küçük Asya vs. Resimleyenler W. H. Bartlett, Wıllıam Purser; Gravürleri
Açıklayan John Carne; İngilizce’den Fransızca’ya Çeviren Profesör Alexandre
Sosson, Fısher, Fıls, 1836) Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi, Sayfa 76-77; Bu
Sayfaları Türkçe’ye Çeviren Mustafa B.Yalçıner.)
Victor Langlois
1852-1853 yılları arasında Kilikya bölgesine yaptığı gezi sırasında,
Kelenderis'e de gelir ve 1861 yılında yayımlanan "Voyage dans la
Cilicie" adlı seyahatnamesinde kent hakkında şunları yazar:
"Bozyazı’dan
(Nagidus) daha ileride, bir koy var; bu koyda, adını burada hemencecik denize
dökülen ve Soğuksu denilen küçük bir dereden almış, sakin ve güvenli bir liman
bulunmaktadır. Derenin döküldüğü bu liman eski Arsinoe olmalı. Batıda liman
girişini kontrolü altında tutan yarımada üzerinde bir şehir ve kale yıkıntıları
hala görülmektedir.
“… Kelendri, eski
Kelenderis, Anamur'dan 12, Silifke'den 18 saatlik bir mesafededir. Bir han ve
ilkel birkaç damdan oluşan fakir bir köydür; gemiler, batıdan esen rüzgâra
karşı, buraya sığınabilirler. Hâl böyle iken limanda hiçbir yapı emaresine
rastlanmıyor. İlk çağda kuruluş mitolojisinin de belirttiği gibi bir liman
kenti olan Kelenderis'e ait harabeler ise, dağın eteğinde ve bir buçuk
kilometrelik bir alanda, bu küçük koy boyunca uzanmaktadır. Bu kalıntılar
arasında şunları sayabiliriz: yakınlardaki bir kaynaktan kente su getiren
suyolları; Pison'un, Germanicus döneminde, ele geçirdiği ve ordusunu, Sentius'a
karşı, hazır vaziyette beklettiği kalenin yerinde inşa edilmiş yıkık bir şato.
Diğer kalıntılar, sağlam durumda bir miktar tonozlu mezar. Bu mezarların her
birinin içerisinde çok güzel bir lahit bulunmaktadır. Bu lahitlerin bir kısmı
sapa sağlam ve hâlâ kapaklıdır oysa diğerleri kırılmış ya da parçalanmış
vaziyette. Kinneir bu lahitlerin yirmi tane olduğunu ve sadece ikisinin
üzerinde Rumca yazıların bulunduğuna dikkat çekmiştir. Kentin merkezinde, her
biri dört ana yöne bakan ve içerisine bu dört kapıdan da girilebilen bir anıt
vardır. Kocaman yontma taşlardan yapılmış olup konik bir biçimde
yükselmektedir. En üst kısmı ise çok güzel bir kornişle süslüdür… Sayfa
177-178." Victor Langlois, Voyage dans la Cilicie, Paris,1861, chez
Benjamin Duprat) Bu sayfaları çeviren Mustafa B. Yalçıner.
KILINDRIA
"İlginç olan tek
yerleşim yeri kaza merkezidir: Kilindria, eski Celenderis, Anamur’un 37 Km.
doğusunda, Silifke’nin ise 62 Km. güney batısında güzel bir koydadır ancak
buradaki üç ada gemilerin limana girişini zorlaştırmaktadır. Bu küçük kasabanın
nüfusu sadece 210’dur ve halkın hemen hemen hepsi Kıbrıs ya da Alanya’dan göçüp
gelen Rumlardır. İnşaat malzemesi ya da odun olarak kullanılmak üzere kereste
ticareti yapılır. Bunlar Suriye’ye ihraç edilir. İhracatı oluşturan diğer
kalemlerden meşe palamudu Syra’ya ( Siros Adası ); tereyağı, peynir vb. gibi
besin maddeleri ile yün ve ham deri Kıbrıs’a gönderilir. Hemen hemen hiç
ithalat yapılmıyor denilebilir. İskelenin ithalat ve ihracatla birlikte gümrük
geliri 60.000 kuruştur.
Kasabada bir cami, bir
tekke, bir Ortodoks kilisesi, bir medrese ile iki okul var. Çevrede 1950 adet
asma bulunmaktadır.
Kaymakam ile orman
işletmesi, maliye, gümrük ve tekel memurları Kilindria’da ikamet etmektedirler.
Burası kaza ve yerel yönetimin merkezidir, ayrıca burada bir de Asliye Hukuk
Mahkemesi vardır.”
CELENDERIS
“Kilindria, antik
Celenderis şehrinin kalıntıları üzerine kurulmuştur. Celenderis’in Fenikeliler
tarafından kurulduğu kabul ediliyor hatta kuruluşu için mitolojiye bile atıfta
bulunuluyor. Hal böyle iken, kıyı boyunca uzanan kalıntılar arasında eski çağlardan
kalma hiçbir ize rastlanmıyor. En eski eser Romalılara ait. Mevcut olanların
çoğu ise ortaçağdan kalmadır. Bu çağda Venedikliler ve Rodoslular Kilikya
kıyılarında uzun süre kaldıkları için Celenderis çok kalabalık ve çok önemli
bir kentti. Kalıntılardan görülebilenler su kemeri ve yıkık bir şato ile
muhteşem lâhitlerdir. Lâhitlerin çoğu hâlâ sapasağlam ve kapaklı. Antik kentin
merkezinde, kıyıda, kocaman yontma taşlardan yapılmış, içerisine dört ana yöne
bakan dört kapıdan girilen bir yapı yükselmektedir.”
ARSINOE
“Kilindria’nın iki mil
kuzeyinde Soğuksu adı verilen derenin döküldüğü koya, huzur ve emniyet içinde
demir atılabilir; burası eski Arsinoé limanı olmalı çünkü bir şehir ve kaleye
ait çok sayıda kalıntı göze çarpıyor" (Vital Cuinet, La Turquie d’Asie,
Tome 2, Paris, Ernest Leroux, Editeur, 28, Rue Bonaparte; 1891, sayfa 80-81).
Bu sayfaları çeviren Mustafa B. Yalçıner.
CÉLENDERİS
"Célenderis şehri,
Fenikeliler tarafından kurulmuş sayılır. Buraya, sonradan Sisam’dan göçmenler
gelmiştir. En eski eseri Roma dönemine aittir; çoğu Bizanslılar’ın
eserlerindendir. Venedikliler’le Rodoslular’ın bu kıyıda bulundukları Ortaçağ
döneminde, bu şehrin çok kalabalık olduğu anlaşılıyor." (Charles Texier,
Küçük Asya, Coğrafyası, Tarihi ve Arkeolojisi; çeviren Ali Suat 111. cilt 478;
Enformasyon ve Dokümantasyon Hizmetleri Vakfı Ankara 2002)
GİLİNDİR
Tanin Gazetesi
yazarlarından Ahmet Şerif’in 1910 yılında, at arabasıyla Mersin'den Silifke'ye
ve Taşucu’na, oradan da vapurla Gilindir'e ( Gilindire'ye) gelir. Oradaki
halkın yoksulluğuna deyinir ve kitap bulamayan çocukların okula boşuna gidip
geldiklerini anlatır.(Gündüz Artan İçel Gezginleri s. 53)
" ... Martın 31
nci perşembe günü, on beş günde bir uğramakta olan Yunan vapuruna yetişerek
Gilindir'e gitmek üzere Silifke'den bir buçuk saat olan Taşucu İskelesi’ne
geldim. Vapur ancak cumartesi gecesi saat beşte geldiğinden iskelede beklemek
gerekti. ( s.296)
... Cumartesi gecesi
saat beşte gelen Yunan vapuru iki saat sonra hareket etti. Güneş doğmasından
evvel Gilindir'de idim. Gülnar Kazası’nın merkezi olan Gilindir üç yüz evden
fazla değildir. Bir dağın eteğine kurulmuş. Tabii bir limanı var ve ancak küçük
deniz araçlarının girebilmesine uygundur. Liman evvelce daha geniş iken Süveyş
Kanalı’nın açılmasından sonra darlaştığı ve yavaş yavaş suyun çekilmekte olduğu
mahalli söylentilerdendir. (s.298)
Semihi Vural’ın
broşüründe ise yukarıdakilere ek o şunlar yazılıdır:
"…Arazi taşlıktır;
ötede beride tarlalar, bahçeler görülür. Halk İslam ve Rum'dur. Rumlar daha
kalabalıktır. İki taraf birbirleriyle pek güzel geçiniyorlar, diyebilirim ki,
burası bir birlik örneğidir. Gilindir'in ihracatı kereste, odun, kömür, palamut
tereyağı gibi şeylerdir. Halk fakirdir... Arazi ziraate o kadar uygun
olmadığından, halk zorunlu olarak ormanları yakarak tarla haline getirmektedir.
Toprak halkın yiyeceklerini zorlukla veriyor. Burası bahçeciliğe, ipekböceği
beslemeye daha uygundur." (Semihi Vural. Uygarlıkların Kesiştiği Yer
Gülnar/ Anaypazarı s.11)
GELENDİR
Şemsettin Sami Kamus Ül
Alam'da 19.yy sonlarında Gülnar için şöyle der: “Anay Pazarı nahiyesi ile 53
köyü ve 18 120 nüfusu vardır. Kaza merkezi Gelendir köyüdür. Halkın çoğu yörük
aşiretlerindendir. Başlıca geçimi, Şam'a ve Kıbrıs'a satılan keresteden
sağlanır. Palamut ve yağ da dışa sattığı ürünlerdendir.” (Semihi Vural,
uygarlıkların kesiştiği yer Gülnar/ Anaypazarı s.10)
İLÇE MERKEZİ TAŞINIYOR
1915 sonlarında kaza
merkezini emin yerlere taşımak üzere memurlar yola çıktı, değişik yerler
denendikten sonra nihayet 27 Mayıs 1916 tarihinde Anaypazarı’nı kaza merkezi
yaptılar. Gilindire’nin ileri gelen tüccarları da ilçe merkezine göçtü.
9 Mart 1912 yılında
Gilindire’de doğan, Tapucu Mehmet Efendi (Mehmet Tevfik Teoman) ve Şerife
Hanım’ın oğlu, şair, araştırmacı yazar ve öğretmen A. Zeki Teoman bu konuda şu
bilgileri veriyor:
“1900 yılları Türkiye
için felaket yıllarıdır. 1912'de Balkan Devletleri Türkiye'ye, 1913 yılında
İngilizler Süveyş Kanalı'na saldırdı. Akdeniz, savaş gemilerinin kol gezdiği,
korsanlık yaptığı bir su ülkesi haline geldi. 9 Mart 1912 günü İngiliz
bandıralı bir Yunan savaş gemisi Gilindire limanını topa tutar. Kentin
kuzeydoğusundaki Büyük Alan'da otlayan sürüleri alıp götürürler. Olay, kentte
korku ve kuşku yaratır. Yetkililer ilçe yönetimini, önce Hacıbahattin Köyü'ne,
1914'te Şeyhömer Köyü'ne taşırlar. Savaş korkusu ve göçebelik durumu, Silifke
Sancağı’yla Adana Valiliği'ne bildirilmiştir. İlçe yönetimi, 1915 Mayısında
Bozağaç Köyü'ne getirildi. İlçenin kaymakamı, bu göçebelikten bıkmış, görevini
bırakıp İstanbul'a kaçmış; ilçe başsız kalmıştır. Zeyne ve Ovacık bucak
müdürleriyle köy muhtarları ve ilçe yöneticileri Bozağaç Köyü'nde toplandılar.
Toplantıya Müftü vekili Müderris Mustafa Fevzi (Kırıt) Hoca başkanlık etti.
Kısa bir konuşmadan sonra memurların en yaşlısı Tapu Memuru, Qxford çıkışlı
Mehmet Tevfik Teoman'ı kaymakam vekili seçtiler. Yazı İşleri Müdürü Ahmet Şevki
Göklevent, Malmüdürü vekili, Gilindire Medresesi Müderrisi Mustafa Fevzi
(Kırıt) Hoca'dır.
İlçe yönetimi 1916 yılı
ilkbaharından İtibaren Hanaypazarı’nda konaklamasını saptar. Hanay, büyük
demektir. Hanaypazarı o zaman böğürtlen ve tesbih çalılarıyla, çevresi de çam
ormanlarıyla kaplı üç tepe arası bir düzlüktedir. 50 yıldan önce yörüklerin
Arayurt ve Irmasan Yaylaları'nda kurdukları Hanaypazarı, 30 yıldan beri burada
kurulmaktadır. Çünkü burası hem ilçenin ortası, hem Silifke'ye yakındır. Her
tür üretsel alışveriş burada daha kolay yapılmaktadır. 27 Mayıs 1916'da ilçe
yöneticileri, Hanaypazarı'na geldiler. Kaymakamlık çadırını şimdiki çarşının
ortasına kurdular. Dolayına da diğer dairelerin çadırları kuruldu. O günün
anısı olarak dualarla bir de çınar dikildi. Çukurasma, Tozkovan, Delikkaya
Köyleri memurlara kirasız ev sağladılar. Birer de irisinden gelip gitmek için
eşek buldular. O yıl pazar, haziran başında sergilendi. 30 ağustosta
Silifke'den, 16 Kasım’da Adana'dan, ilçe merkezinin Hanaypazarı’nda kurulması
için (olur) emri geldi. Haber hemen köylere yayıldı.” ( F.Saadet Bilir, Gülnar;
Teoman, 1985, S: 202)
M. Remzi GÜRCAN ise
Kaymakamlığın Gilindire’den Gülnar’a taşınmasıyla ilgili olarak 23-3-1953
tarihli Dünya Gazetesi’nde şunları yazmıştır:
“Birinci Cihan
Harbinden sonra, 8 Teşrinievvell 1331 tarihinde Dahiliye Nezaretinden vilâyet
vasıtasiyle kaymakamlığa gelen şifreli bir emirnamede, sahilin tehlikeli
olduğundan bahisle, «kuyatıresmiyenin mahfuz mahallere kaldırılması »
emrolunmuş. Bunun üzerine kaymakam Gani Bey (Urfa) samimi görüştüğü arkadaşları
ile istişarede bulunarak, bilumum memur ve ailelerini ve resmî kayıtları ihtiva
eden evrak ve defterleri develere yükleterek, 14 teşrinisani 1331 tarihinde
hükümeti (muvakkaten) Gilindire’den Anaypazarına nakletmiş ve o tarihten bu ana
kadar Gülnar’ın merkezi Anaypazarı olmuştur.”
TÜRKLERLE RUMLAR
BİRLİKTE YAŞIYOR
Gilindire’nin nüfus
yapısı ve halkının gelir kaynakları hakkında elimize geçen ilk yazılı belge,
Vital Cuinet’nin 1891 yılında Paris’te Ernest Leroux tarafından basılan La
Turquie d’Asie adlı eserinin 2.cildidir. Burada yazar şu bilgileri vermektedir:
“Bu küçük kasabanın nüfusu sadece 210’dur ve halkın hemen hemen hepsi Kıbrıs ya
da Alanya’dan göçüp gelen Rumlardır.”
Tanin Gazetesi
yazarlarından Ahmet Şerif 1910 yılında Gilindire ile ilgili olarak şunları
yazar: «Halk İslam ve Rum'dur. Rumlar daha kalabalıktır. İki taraf birbirleriyle
pek güzel geçiniyorlar, diyebilirim ki, burası bir birlik örneğidir.»
Her iki yazarın da
belirttiği gibi Türklerin ve Rumların birlikte yaşadığı küçük bir yerleşim
yeridir Gilindire. 1900’lü yılların ilk çeyreğinde zaman zaman ezan, zaman
zaman çan sesinin duyulduğu bu ilçe merkezinde, bir tarafta uluslararası
bağlantıları olan, ekonomik yönden daha güçlü, ev ve tarla sahibi, ticaret ve
sanat yaşamını elinde tutan Rumlar, diğer tarafta dünyaya kapalı, hayvancılıkla
uğraşan, hayvansal ürünler ile tabiatın sunduğu keçiboynuzu, meşe palamudu gibi
orman ürünlerini toplayıp satan çoğunluğu göçer Türkler.
Rumlar, liman
çevresinde otururlar. Yapı ustası, demirci, kalaycı, fırıncı, ayakkabıcı, fes
kalıpçısı, boyacı, berber, meyhaneci hepsi onlardan. Bazı Rum tüccarlar,
Kıbrıs’tan fasulye tohumu getirip yarıya ektirirler. Sonra da ürünleri dışarıya
pazarlarlar. Kasabanın tek değirmeni de onların elinde. Liman çevresindeki çok
sayıda mağaza da Rumlara ait. Göçerlikten yerleşik düzene geçmeye çalışan
Türkler, Hacıbahattin’in batısında büyük bir köy kurarlar, adına da Purgulu
derler; tarım ve hayvancılıkla geçinirler. Dağlık yörelerde yaşayan göçebe
halkın hayvansal ürünleri ile tabiatın sunduğu keçiboynuzu, meşe palamudu gibi
orman ürünler kasabaya getirilir, Rumlar tarafından dış pazarlara satılır.
O günleri bizlere
nakledebilecek kişiler bulduk ve anımsayabildiklerini aktarıyoruz:
"Çarşının içinde
hiç Türk evi yoktu; batıda Bakkaloğulları’nın, Ortada Gilli Hüseyin’in, doğuda
ise Şerif Mahmutların evi vardı. Çarşının içi hep Rumlarındı. Papaz çanı
çalınca, kadınlar ellerinde mum kiliseye giderlerdi. Yapı ustası, boyacı,
berber, demirci, kunduracı, fes kalıpçısı, kalaycı hep onlardı. Rum ustalar
evlerde kireç kullanırlardı. Soğuksu’daki değirmenin yanındaki iki katlı evin
ilk katını Toma yaptı. Toma yapı ustasıydı ama işi gücü antika aramaktı. İkinci
katını sonra ben yaptım. Gilindire’de Kaymakamlık binası ve postanenin
bulunduğu burunda, yolun solunda tek katlı çok büyük bir ev vardı. Sahibi
Narko. Soğuksu’daki değirmen de Narko’nundu. Narko tüccardı. Türklerden
aldıkları malın karşılığını altın lira ile öderlerdi, kâğıt para da yeni
çıkmıştı ama genelde sarı lira kullanılırdı. Jandarma karakolunun bulunduğu
bina Bandeli’nindi. Bandeli tüfekçi demirciydi. Ali Kiya, Kuyu Gediği’nde
tarlanın içindeki kireçli yapıda bulduğu paradan ikisini Bandeli’ye göstermiş.
Bandeli hemen satın almış ve ‘daha varsa getir’ demiş. Ali Kiya kalan paraları
da satmış. Bandeli paraları aldıktan sonra ortadan kayboldu. Olay duyulunca,
Hükümet geldi, kapısını kilitledi. Daha sonra Muhtar Fettah Kiya, bazı adamlar
ve jandarmalar, Bandeli’nin evinde ne varsa alıp Gülnar’a maliyeye götürdüler.
Babamın bir Rum
arkadaşı vardı. Benli kalaycı. Gidecekleri zaman merkebi ile bir kat yatağı
bize bıraktı. Cumhuriyetin ilanından sonra gittiler, ben o zamanlar galiba 15
yaşlarındaydım."1326 (1910) Gülnar doğumlu ALİ KESKİN.
"Narko zengin bir
tüccardı. Her köyde bir adamı vardı. İlibas’ta Hacı Efendi; Şomur’da Deli
Halil; Söğüt’te Hüsül Ali; Arı Obası’nda Kır Halil Kiya; YeniYörük’te Azgınoğlu
M. Ali Efendi. Bu adamlar köylerinden davar, bal, yağ, salep ve çeft alıp gelip
Narko’ya satarlardı. Ticaret sarı lira ile olurdu. Soğuksu’daki değirmen
onundu. Ayrıca İskele’de burunda güzel kocaman bir de evi vardı. Rumların
gidişini biliyorum. Gidiş tarihlerinden emin değilim ama herhalde 15
yaşlarındaydım." 1326 (1910) Gülnar doğumlu MUSTAFA BÜYÜK.
"O günlerden
aklımda kalanlar, Narko, Berber Petro, Toma, Bandeli ve Petro’nun güzel kızı.
Berber Petro, Kiyaoğlu’nun dükkânın sahibiydi, orada ayakkabıcılık yapardı. Çok
güzel bir kızı vardı. Baloğlu’nun şimdiki evinde otururlardı. Rumların
Gilindire'yi terk edecekleri günden bir önceki akşam, Deli Halil ile Tahsin
kızı kaçırmak istiyormuş. Durumdan haberdar olan Petro, tahtalardan küçük bir
sal yapıp kızını ona bindirerek evindeki sarnıca sarkıtmış. Kızcağız gecenin
karanlığında büyük bir korku içinde sabahın olmasını beklemeye başlamış. Kızı
kaçırmaya gelen gençler tüm evi aramış taramışlar ve eli boş dönmüşler
evlerine. Sabahleyin kızı balkonda görünce de çok şaşırmışlar. Narko zengindi
ticaretle uğraşırdı. Karşıdaki burunda, deniz kenarında kocaman bir evi vardı.
Soğuksu’da değirmen işletirdi. Yörükler yağ, peynir, deri, meşe palamudu
satardı ona. Narko da yelkenli ile dışarıya gönderirdi. Bandeli, Karakolun
sahibiydi, Toma ise duvar ustasıydı.” 1907 Gülnar doğumlu AHMET GÜLÜM.
"Hacıfili, Fasile,
Bandeli, Narko, Toma, Navıklı, Yorgi, Heleni, Benli, Kör Kalıpçı aklımda kalan
Rumlar. Kör Kalıpçı fes yapardı. Toma’nın fırınları vardı, ben ona odun
satardım. Bir eşek yükü odun 40 paraydı. Toma aynı zamanda duvar ustasıydı.
Narko tüccardı. Burunda evi vardı. Soğuksu’daki değirmen de onundu. Kıbrıs’tan
fasulye getirir ya satar ya da yarıya ektirirdi. Ambarı vardı Narko’nun. Oğlu Sava
namussuzun tekiydi. Bizim erkekler Seferberliğe katılınca buradaki kadınlara
kızla sarkıntılık ederdi. Balıktaşı’nda dinamit atacakken geç kalmış ve dinamit
elinde patlamış. Yorgi benim dükkânın eski sahibi. Yorgi kasaplık yapardı.
Kızları vardı. Kızlarından birine Kalaycı Hacı sarkıntılık etmiş. Yorgi de onun
dizine bir iğne batırmış, Hacı da topal kaldı." Gülnar 1327 (1911) doğumlu
HASAN ALİ SAZAK.
"Köyyeri’nde
oturuyorduk. Yorgi adında bir demirci ustası komşumuzdu. Oğlu Anestos
arkadaşımdı. Seferberlik’te altı yaşındaydım. Diğer Rumlar Köyyeri’ne
alışverişe gelirlerdi. Bandeli diye çok iyi bir demirci ustası vardı. Babam
ondan bir orak satın aldı. Eskidi ama hâlâ elimizde. Narko vardı, zengin
tüccardı, değirmeni vardı. Ben Yorgi’yi çok iyi tanıyorum. İzmir’e Yunanlılar
çıkartma yapınca buradaki Rumların onlara casusluk yaptığı söylenirdi. İzmir
bizim elimize geçince, o taraflardaki Rumlar göçmeye başlamıştı. Yorgi babama
'Bu göç işi bir gün bizim de başımıza gelecek' diyordu. Yorgi gitmek
istememişti. Babama 'Beni sakla' diyordu. Tarihi pek hatırlamıyorum. Yeni
delikanlıydım, daha askere gitmemiştim Rumlar göçtüğünde. Tek bir gemiyle
akşamüstü yola çıktılar.” Gülnar 1327 (1911) doğumlu M.ALİ SALMA (YUSUF MEHMET).
"Merkez camiinin
önündeki çeşmeyi Rumlar, Jandarma karakolunun yanındakini ise Türkler
kullanırmış. Akşamüzeri Türk kadınları, ellerine testilerini, helkelerini
alarak çeşmeye suya giderlermiş. Sırası gelen suyunu doldurup evine dönermiş.
Sona bir ya da iki genç bayan kalınca, Rum delikanlılar kadınlara laf atıp
sarkıntılık edermiş.
Bu olaydan utanç duyan ve kendine güvenen bir
babayiğit Türk, çeşmenin üst tarafındaki çalının içine gizlenmiş ve gözetlemeye
başlamış. Sona kalan genç kıza iki üç Rum genci sarkıntılığa başlayınca,
saklandığı yerden büyük bir hışımla fırlayan Türk, bir yumruk birine, bir tekme
ötekine, Rumları yere sermiş. Nasıl olduysa Rumlardan biri kalktığı gibi,
Türkün hayasını tutup olanca gücüyle sıkmış ve Uzun Irza Efendinin kardeşi acılar
içinde kıvranarak yere düşmüş ve oracıkta hayatını kaybetmiş." CEMİL
AZGIN.
"Çarşıya girerken, solda deniz
kenarındaki bakkal dükkânı Ayıalanlı Camız Şükrü’nündü ve Şakir çalıştırırdı.
Üst katta köşk vardı, Aslan Efendi’nin köşkü. Aslan Efendi zengindi. İki Arabı
vardı; ata binip bir yere gitse, Araplar da atlarına biner onu takip ederlerdi.
Ayrıca hatırlı birisiydi. Bir gün Rumun biri Aslan Efendi’nin tam evinin önünde
yüzüyormuş. Burada karı kız var neden yüzüyorsun diyerek çekmiş tüfeğini, basmış
saçmayı. Rum yaralı vaziyette kaçmış. Aslan Efendi’ye soru sual yok
tabii." AHMET GÜLÜM.
İlçe merkezinin
taşınmasıyla, Gülnar İlçesi’nin bir bucağı oluveren Gilindire'de sanat ve
ticaretle Rumlar, tarım ve hayvancılıkla ise Türkler uğraşırdı. Dağlık
yörelerde yaşayan göçebe halkın hayvansal ürünleri, dağlardan toplanan
keçiboynuzu ve meşe palamudu kente getirilir, Rumlar tarafından dış pazarlara
satılırdı.
RUMLARIN GÖÇÜNDEN SONRA
GİLİNDİRE
1920’li yılların
sonlarında Rumlar Gilindire’den ayrılınca, Gilindire’deki ekonomik işleyiş de
değişime uğrar. Ticaret ve sanatla uğraşmak Türklere düşer. Bunun sonucu kentin
ekonomik yapısı değişir. Dış ticaret hemen hemen durma noktasına gelir. On beş
ya da yirmi günde bir uğrayan gemiler açıkta demirler, yörenin ihtiyacı olan
tekel maddesi, diri tuz ve gazyağı getirir; meşe palamudu, kuru üzüm,
keçiboynuzu, yağ, arpa, buğday, üzüm, fıstık ve yolcu alıp giderler. Yelkenli
tekneler ise yılda bir ya da iki kez gelip canlı küçükbaş hayvanları İstanbul’a
götürür.
Rumlar Gilindire’den
ayrılınca, nüfus azaldı. Onlardan kalan ev ve tarlalar Maliye aracılığı ile
satıldı. Dışarıdan gelenler veya parası olanlar Hazine’ye kalan Rum evleri ve
tarlalarını 1930’dan itibaren taksitle satın almışlar. Hazine taksitini
yatıramayanlardan satılan taşınmazı geri alarak ikinci bir ihaleyle başka
kişilere satmıştır. 1940’lı yıllarda alınan tapularda bu tip kayıtları görmek
mümkündür.
"Harputlu Süleyman
Efendi, hamamın yanındaki tarlayı ve içindeki iki katlı evi satın aldı. Oğlu da
Uzun Irza’nın kızı ile evlendi. Daha sonra bu eve Uzun Irzalar göçtü.” (AHMET
GÜLÜM)
Ticaret ile uğraşmak
için yeterli sermaye de olmayınca, Mersin ya da başka yerlerdeki tüccarlar
adına mal alınıyor ve gemilerle yollanıyordu. Biraz parası olan ya da veresiye
mal alıp sattıktan sonra ödemeye çalışan tüccarlar oluşmaya başladı.
"Nuh Efendi ile
Harputlu Süleyman Efendi ortaklarmış ve ticaretle uğraşırlarmış. Çevre
köylerden, hatta Büyükeceli’den bile, hayvan alıp Girit’e götürürlermiş. Bir
seferinde hayvanları veresiye alıp yine dışarı gitmişler, ikisi de zevklerine
düşkün insanlar oldukları için paraları oralarda yemişler. Dönüşte Kayınpederim
Mehmet Remzi Efendi de Nuh Efendi’nin zorlaması sonucu onlarla ortak olmuş.
Parasını alamayan köylüler, daha sonra kayınbabamın dükkânına gelmişler ve tüm
mallarına el koymuşlar. Zor durumda kalan Mehmet Remzi Efendi’ye Kahyaoğlu el
uzatmış. Dükkânını vermiş, basma, pazen artık başka ne satıyorlarsa onları da
alıvermiş ve başlamışlar ortakçılığa. Aradan bir hayli zaman geçmiş ve bir gün
kayınpederimin dükkânını soymuşlar.” ( ÖMER YALÇINER)
"İki bacanak Hacı
Efendi ile Şerif Ali Efendi Gilindire’nin ileri gelen tüccarlarındanmış. Şerif
Ali Efendi kızını (Selvi’den doğma Ayşe’yi) Harputlu Süleyman Efendi’ye vermiş.
İki tüccar kefil olmuşlar ve Harputlu Süleyman Efendi’yi Adana’ya sandık emini
yaptırmışlar. Bir müddet sonra, Şerif Ali Efendi bir torba parayla, Adana’dan
Gilindire’ye gelmiş. Harputlu Süleyman Efendi hapse atılmış, Hacı Efendi’nin
iki, Şerif Ali’nin altı dükkânı mühürlenmiş. Şerif Ali Efendi, İstanbul’a
tanıdığı tüccarların yanına gitmiş. Bu arada el konulan dükkânlardan ikisindeki
malları satılmış ve borç ödenmiş; diğer dükkânlara hiç dokunulmamış. Harputlu
Süleyman Efendi de serbest bırakılmış. Şerif Ali Efendi haberi alınca yeni
mallar ile birlikte gemiyle Gilindire’ye geri dönmüş."(HASAN KUŞ)
"Hükümet, Gülnar’a
taşındıktan sonra da Belediye devam etti. Ne zaman kaldırıldığını
hatırlamıyorum. Hatırladığım kadarıyla, Tevfik Yıldırım reisliğe bakıyordu.
Harputlu Süleyman Efendi ile Uzun Irza üyeydiler. Bir tomruk meselesinden bir
ay kadar hapiste yattılar." (AHMET GÜLÜM)
"30’lu ve 40’lı
yıllarda halk, çiftçilik, balıkçılık ya da hamallıkla geçinirdi. Hemen hemen
herkes hamallık yapardı. Ereşit Ağa hamalbaşıydı. Gemilere sandalla üzüm,
fıstık ve yolcu taşınırdı. Gelen tuz, gazyağı ve tekel maddelerini
boşaltılırdı. Dağlardan odun getirilip satılırdı." (HASAN ALİ SAZAK)
1950-1965 ARASI
GİLİNDİRE
1950’li yıllarda
Mersin-Antalya karayolu deniz kenarından değil de şimdiki Çakmakoğlu
Caddesi’nden geçerdi ve oldukça dardı. Stabilize yol jandarma karakolunu
geçtikten az sonra da çarşıyı ikiye bölerek devam ederdi. Yolun her iki yanında
eski binalar bulunmaktaydı. Solda deniz kenarında Şakir, Şerif Mahmut,
Bakkaloğlu Hasan Hüseyin’in dükkânları, Nuh’un lokantası, Uzun kahve, Gülüm’ün
dükkânı, Yaşar Taner’in çalıştırdığı lokanta ve Kiyaoğlu’nun kahvesi vardı.
Dalgalar da bu binaları yıllardır yalayıp duruyordu.
Yolun sağında ise
Demirci Ahmet’in dükkânı, Muhtar Vehbi Efendi’nin yaptırdığı köye ait dükkân
ile Mehmet Levent’in dükkânından sonra yukarıya doğru bir patika sapardı daha
sonra Müftü Yusuf Efendi’nin dükkânı, bir yıkık ile Hacı Efendilerin dükkânı,
yine bir yıkık ve Kiyaoğlu’nun kemerli dükkânı bulunuyordu.
Hemen hemen çarşının
ortasında varınca, yol ortada büyük bir meydan oluşturarak çatallaşır ve biri
limana doğru, diğeri ise batı istikametine devam ederdi.
Bayram kutlamalarının
yapıldığı ve pazarın kurulduğu Cumhuriyet meydanında dangalak ağaçları ve
akasyalar, doğu kısmında bir kuyu, batısında ise yaklaşık iki metre
yüksekliğinde mermer sütunlar vardı.
Meydanın güneyindeki
bir merdivenden iskeleye giden yola inilir ve bu yol üzerinde, sağda çeşitli
mağazalar, Gümrük binası diye adlandırılan ama askeri lojman olarak kullanılan
bina, Gemici kahvehanesi, Tekel’in deposu, Uzun Irza’nın iki katlı tahta
balkonlu evi ve ayrıca iki üç dükkân mevcuttu. Tekel’in deposunun (şimdiki kazı
evinin) arkasından Uzun Irza’nın evine giden dar sokakta, sağ tarafta kemerli
girişleri olan dükkânlar vardı. “Bu dükkânlar Rumlarındı. Burada meyhane vardı.
Meyhanecinin birinin adı da Sava idi.”(AHMET GÜLÜM)
İskeleye inen yolun
solunda ise Ahmet Ali Usta’nın dükkânı, köy odası ve Tekel’in idare binası
vardı. Bu binanın girişi arkadandı ve önde denize nazır bir balkonu
bulunuyordu. Yol yarımada üzerine kadar gider PTT binası ile hükümet konağında
sona ererdi.
Cumhuriyet Meydanı’nın
kuzeyinden geçen yol üzerinde, çeşitli dükkânlar, bir fırın ve bir otel vardı.
Meydanın batısındaki küçük dereden sonra yolun altında büyük bir bahçe
bulunuyordu. Yolun üstünde ise altı dükkân üstü ev olan birkaç binadan sonra
çeşme ve camiye varılırdı. Çeşmenin karşısında yolun altında otel olarak
çalışmış büyük bir bina vardı. Çeşmeyi geçtikten sonra yolun altında ve üstünde
yine evler diziliydi. Yolun altındaki evlerden ikisinin arasından, hamamın
doğusundan, iskeleye küçük bir yol inerdi.
1963-1964 yılları
arasında eski ve dar olan karayolu genişletilirken, deniz kenarındaki çok
sayıda eski bina yıkımdan nasibini aldı. Açılan bu yol binaların bir kısmına
mezar olmuş bir kısmını da Akdeniz'in mavi sularına iteleyivermişti. Binaların
yerine kalın bir duvar yapıldı. Gilindire'de deprem olmuştu adeta.
Gilindire’nin doğusu
ile batısı arasındaki mesafe 1 veya 1,5 km idi. 120 kadar da ev vardı. Batıda
yolun solunda Kasap Hasan Hüseyin’in evi, sağda yukarıya doğru Kamiloğulları,
daha yukarıda Topal Hacı, Gürcü, Hüseyin Şimşek, İbiller, en yukarıda ise
Sabitlerin evi vardı; doğudaki en son ev yol kenarında Gemici’nin, yukarıda dağa
doğruysa Şerif Mahmutların evi bulunuyordu.
Evler taştan ya tek ya
da iki kat olarak yapılırdı. Sıvası çamurdandı. Genellikle karşılıklı iki oda
ve küçük bir holden oluşurdu. Odalar holün sağ ve solunda musandıra denilen 3x3
ebadında ahşap bölmelerle ayrılırdı. Musandıralar genellikle dört bölmeliydi:
1) gusulhane (banyo) 2) altı depo üstü yüklük 3) odalara giriş kapısı 4) bu
bölümlerin hepsinin üstünde ise fazla küçük eşyaları koymaya yarayan tahta
işlemeli ince uzun bir depo.
Duvarlara mertekler
uzatılır, üstüne pardı döşenir ve pür ile kaplandıktan sonra toprakla
örtülürdü. Kışın akmasın diye de yuvak ile yuğulurdu. Yerler genellikle tahta
döşeliydi; mutfak olarak da kullanılan odada bir ocaklık bulunur ve buradaki
musandırada banyo yerine bir un deposu ve üzerinde ekmeklik olurdu. Evlerin
pencereleri tahta kepenle kapatılırdı.
Yere genellikle çul
serilir, duvar diplerinde küçük minderler ve arkalarında ucu oymalı yastıklar
ya da içine hasır basılmış halı yastıklar bulunurdu. Yerde yatak serilip
yatılır, sabahleyin yataklar toplanıp yüklüğe kaldırılırdı.
Bazı evlerde duvarda
dört parmak eninde uzun bir tahta çakılı olurdu ve üzerinde çiviler bulunurdu.
Bu çiviler yatarken pantolon, ceket ve gömlek asmaya yarardı. Evlerin çoğunda
duvarda, bir bez kese içerisinde kuran ve dolma tüfek vardı.
Tuvalet, bahçenin bir
köşesinde derme çatma, çoğunun kapısına bir çul parçası gerilirdi. Bahçede
bazen evin altında ahır ve samanlık bulunurdu. İki katlı evlerin üst katında
tahta balkon ve bir kenarında ise dama çıkmak için bir merdiven vardı.
Büyükalan ve
Küçükalan’da tarlası olanlar ya kendileri ya da ortağı arpa, buğday, mercimek
ve burçak ekerlerdi. Erkeklerin çoğu işsizdi; kimi çarşıda Gülnar’dan kum
yüklemeye gelecek kamyonu bekler, kimi balığa çıkar kimi ise kâğıt oynardı.
Tarlada genellikle
hanımlar ile delikanlılar çalışmaktaydı; hayvanlarla uğraşmak da onların
işiydi. Kadınlar hamur yoğurur, dışarıda ateş yakar, ekmek atardı,
yakınlarından birisi geçerse, çağırırlar bazlama ikram ederlerdi. O yıllarda
her aile ekmeğini kendisi yapardı. Yapamayan ya da parası olan fırından satın
alırdı ekmeğini.
Kadınlar çamaşırları
kuyu yanına kurdukları kazanlarda kaynayan sularla yıkarlardı. Beyazlarını da
bu kazanlarda kaynatırlardı. Deterjan olmadığı için küllü su kullanırlardı.
Kendileri ve çocukları küllü su ile yıkanırdı. Küllü su ile yıkanan saçlar
sanki şampuanla yıkanmış gibi yumuşacık olurdu.
O yıllarda insanlar
daha tutucuydu: Kadınlar erkeklerin yolunu kesmez, uzun entari giyer, başlarına
oyalı beyaz çember bağlardı. Erkekler ise kadınların ve çocukların çarşıdan
geçmelerini istemezdi; çocuklar sadece büyükleri tarafından yollandıkları zaman
çarşıya giderdi. Bu nedenle çocuklar ve bayanlar Gilindire çarşısının üst
tarafından geçen ve yıkılan camiinin yanından ana yola bağlanan yoldan (şimdiki
Camii Sokak ) giderlerdi.
İlkokul şimdiki
Kaymakamlık binasının olduğu yerdeydi. 1958 tarihinde şimdiki İlçe Milli Eğitim
Müdürlüğü’nün yerinde yapılan yeni okula taşındı. Ortaokul yoktu. Ortaokul için
ya Gülnar’a ya da Anamur’a; lise için ise Silifke veya Mersin’e gitmek
gerekirdi. Fakirlik yüzünden çok genç, başka yerlere okumaya gidemedi;
gidenlerin de bir kısmı okulu bırakıp geri döndü.
Kışlık yiyeceğin büyük
bir bölümü yaylalardan temin edildiği için halkın hemen hemen hepsi yazın
Libas’a, Irmasan’a ve Şeyhömer’e göçerdi. Orada sergi zamanı üzüm kurutulur,
bulgur pişirilir, fasulye, erik, elma ve armut kakı yapılır ve tüm bunlar
toprak damlara serilirdi. Bağ bozumunda, üzümler kesilir ve sepetlerle
şıhranaya (şırahane) taşınır, üzümler çiğnenir, elde edilen şıra iri pekmez
tavalarında kaynatılırdı. Kışın gelen misafire cevizli akide ikram etmek
gelenekten olduğu için, tavada bir miktar pekmezi daha fazla kaynatırlar
böylece bazen koyuluğundan içinde tahta kaşık kırılan akide yaparlardı.
Pekmezler derilere konur, ekin ekilir ve güz sonu elde edilen ürünler birkaç
kez merkeplerle Gilindire’ye taşınır; kış bastırmadan kendileri de dönerdi
toprak damlı, tek katlı taş evlerine. Elektrik yoktu, su yoktu.
Dar bir alanda kurulmuş
olan Gilindire’de fakir ve zengin kişilerin sayısı oldukça azdı. Her aile kendi
yağıyla kavrulur, geçinip giderdi. Komşuluk ilişkileri çok iyi düzeydeydi.
Gelenlere batırık ya da kısır ikram edilirdi. Birisi ödünç bir şeyler istemeye
geldiği zaman, geri çevrilmezdi. Telefon yoktu, okuryazar azdı. Bir kişi,
emanet bir şey ya da borç para isteyeceği zaman, kendisi gidemezse, kendisine
ait ve karşı tarafın tanıyabileceği (kol saati, mendil, tespih, kimlik vb.) bir
eşyasını bir aracı ile gönderdi. Aracı bu eşyayı karşı tarafa ulaştırır ve
gönderen kişinin selamını ve ne isteğini söylerdi. Aracının getirdiği nesneye
dutu denilirdi. İhtiyaç giderilir ve dutu iade edilirdi. Dutuyu geri
göndermemek çok ayıptı ve görgüsüzlük kabul edilirdi. Sayısı oldukça az olan
esnafın da halk ile ilişkileri çok iyiydi. Alışverişlerde söz yeterli ve
geçerliydi. İnsanların birbirine güveni tamdı. “Söz, namustur” ilkesinden asla
vazgeçilmezdi.
Nüfus oldukça azdı.
Çocuklar aynı okulda okur, büyükler aynı camide namaz kılar ve aynı dinî
kültürü alırdı. Bir ya da iki kahvehane vardı, insanlar buralarda buluşur ve
kültür alışverişinde bulunurlardı. Bunun sonucu bir görüş ve düşünce birliği
vardı.
1960’li yılların
başlarına kadar Mersin-Antalya yolu Büyükalan’dan geçmez dağların dibinden
dolaşarak Gilindire-Gülnar yoluna bağlanırdı. Gilindire’den Büyükalan’a
günübirlik gidilir ve dönülürdü. Gidiş gelişte, devlet hastanesinin yanında
şimdi telle çevrili sit alanı içinde kalan antik yol kullanılır ve
Küçükalan’daki derenin sığ yerlerinden geçilirdi.
Mersin-Antalya yolu
hizmete açılınca, mal nakliyatı kamyonlarla yapılmaya başlandı. Limanın
olmayışı, yüklemenin zorluğu ve maliyet artışı sonucu deniz ticareti de
yapılamaz oldu. Sulak arazinin olmaması halkı, hayvancılık yapmaya ya da arpa,
buğday, mercimek ekmeye zorlamıştı. Halkın yazları yaylaya gitmesi ile nahiye
terk edilmiş bir hayalet kent haline gelirdi.
Bu durum 1960’lı
yılların sonuna kadar devam etti. 1964 yılında, Soğuksu’dan Gilindire’ye bir
kanal yapıldı ve yıllardır boşu boşuna denize akıp giden Soğuksu Deresi’nden
40-50 metre yükseklikteki bu kanala su pompalanmaya başlandı böylece
Gilindire’nin çorak arazilerinde güller açıyordu artık.
AYDINCIK
1965 yılında da
Gilindire’ye tarihi geçmişiyle hiçbir ilgisi olmayan Aydıncık adı verildi.
Halk, Gilindire adını kullanmaya devam ettiyse de resmen kullanılmayan
Gilindire, tapu kayıtları, nüfus cüzdanları, diplomalar, kitaplar ve anılarda
kaldı.
Aydıncık’ta 1972’de
İskele Belediyesi kuruldu. İlçe merkezi elektriğe Mart 1980, evlerde içme
suyunaysa Mayıs 1984 tarihinde kavuştu.
Aydıncık, 3392 sayılı
kanuna göre 19.6.1987 tarihinde ilçe oldu. Ayrıca bu kanunla İskele
Belediyesi’nin adı da Aydıncık Belediyesi’ne dönüştürdü.
KELENDERİS MOZAİĞİ
Limana yakın “Han
Yıkığı” adı verilen yerde 1992 yılı kazıları sırasında, Kelenderis limanını,
tersanesini ve çevresindeki yapıları tasvir eden bir zemin mozaiği bulundu.
12 m uzunluk ve 3,20 m
genişliğindeki mozaiğin 3x3 metrelik panosunda MS 5. yüzyıldaki Kelenderis'in
kent manzarası ile limanında bulunan iki yelkenli betimlenmiştir.
Dünyanın en nadide mozaiği olarak
nitelendirilen bu şaheserin tamamı, maalesef gün ışığına çıkarılamamış;
üzerinde bir başka Berlin Duvarı kâbus gibi dimdik ayakta.
2006’da mozaiğin üzerine çatı yapıldı ve
ziyarete açıldı.
AGORA BAZİLİKASI ZEMİN MOZAİĞİ
2002’den beri yürütülen
Agora Bazilikası kazısı 2007 yılında tamamlandı. Kazı sırasında doğu batı
uzunluğu 23 m. genişliği ise15.40 m. olan bir zemin mozaiği gün ışığına
çıkarıldı.
Bazilikanın ana ve yan
salonlarının zemini, çeşitli figür ve motiflerin yer aldığı mozaiklerle
kaplıdır. Örneğin mozaik üzerinde zebranın yularını tutan bir kadın, süt sağan
bir çoban, avını parçalayan bir aslan vb. betimlenmiştir.
Ayrıca mozaikteki
panoların içine keçi, geyik ve çeşitli kuşlar yerleştirilmiştir.
GİLİNDİRE MAĞARASI
Aydıncık’ta 1999 yılında çobanlar tarafından Gemi Durağı ile Kurtini arasında bir mağara bulundu. Mağaranın bulunduğu koya balıkçı teknesiyle bir saatte varılıyor; karada elli metre kadar kayalara doğru yürüdükten sonra girişe ulaşılıyordu. Giriş de, 80 cm. yüksekliğinde, 60 cm. eninde bir kovuktu. Girip mağarayı çıplak gözle gördük.
GİLİNDİRE MAĞARASI
Aydıncık’ta 1999 yılında çobanlar tarafından Gemi Durağı ile Kurtini arasında bir mağara bulundu. Mağaranın bulunduğu koya balıkçı teknesiyle bir saatte varılıyor; karada elli metre kadar kayalara doğru yürüdükten sonra girişe ulaşılıyordu. Giriş de, 80 cm. yüksekliğinde, 60 cm. eninde bir kovuktu. Girip mağarayı çıplak gözle gördük.
O yaz da hemen Kültür
Bakanlığı’na gittik. Bakan İstemihan Talay’a mağaradan söz ettik, fotoğrafları
gösterip, bir de kaset verdik.
Bakanlıkta mağara ile
ilgili hiçbir bilgi yoktu. Derhal Aydıncık’ta bir mağaranın bulunduğunu,
turizme kazandırılması için gereğinin yapılması konusunda yazılan dilekçeyi
Belediye Başkanı Ahmet Bahar, DSP İlçe Başkanı Yalçın Bodur ve ben Mustafa
Yalçıner imzaladık.
Kasım 1999'da,
MTA-Mağara Araştırma Birimi (MAB) mağarada bir ön araştırma gerçekleştirdi. MTA
ekibi, bölgeye Nisan 2000'de tekrara geldi.
Ekip gerekli incelemeleri yaptı,
daha sonra da yapılması gerekenleri ve önerilerini bir rapor halinde sundu.
MTA raporuna göre,
giriş ağzı deniz yüzeyinden 46 m yukarıda bulunan, toplam uzunluğu 555 m olan
dünyanın belki de sekizinci harikası sayılabilecek bu mağaranın içi, her türden
damlataş oluşumları (sarkıt, dikit, sütun, duvar ve perde damlataşları, akma
taşlar, mağara iğnesi) ile kaplıdır. Dev boyutlara ulaşan ve görünümleri son
derece güzel olan bu damlataşlar, genişliği yer yer 100, tavan yüksekliği 18
metreye ulaşan ana galeriyi çok sayıda salon ve odaya ayırmıştır.
Mağaranın
sonunda, genişliği 18-30, uzunluğu 140, tavan yüksekliği 35-40, derinliği 47
metre olan büyük göl bulunmaktadır.
Gölün
kenarında sarkıt, dikit, sütun ve mağara iğneleri yer almaktadır. Göl deniz ile
aynı düzeydedir. Deniz seviyesinden 47 m daha derin olan ve denizden yatay
olarak 240 metre uzakta bulunan gölün ilk 10 metresinde acı su, sonraki
derinliklerde de tuzlu su yer almaktadır. Göl içerisinde sıcaklık hemen hemen
aynıdır.
Gilindire
Mağarası'nın çok sıcak ve nemli bir havası vardır. Giriş ağzının dar ve basık
olması nedeniyle, dışarıyla hava alış verişinin olmadığı mağaranın bu havası
yaz ve kış mevsiminde önemli bir değişikliğe uğramamaktadır. Ancak girişten son
bölüme doğru sıcaklık kademeli olarak düşmekte, buna karşılık mutlak nem
artmaktadır. Nisan 2000 ayında MTA uzmanlarınca ölçülen sıcaklık ve mutlak nem
değerleri, mağaranın önünde 28 derece, nem %37; gölün kenarında sıcaklık 22
derece, nem %91'dir.
Gilindire Mağarası,
Kültür Bakanlığı Adana Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunca
25.01.2000-3608 gün ve sayılı karar ile taşınmaz kültür ve tabiat varlığı
olarak tescil edilmiştir.
Sadece denizden
ulaşılan mağaraya karadan erişebilmek için Köy Hizmetleri, 2000 yılında Aydıncık-Silifke Karayolunun yaklaşık 10. kilometresinden sağa sapan 3 km
uzunluğunda yol açmaya başladı ama nedense bitiremeden çalışmaya yarı yolda ara
verdi.
Mayıs 2004'te yol yapım çalışmaları tekrar başladı.
Mayıs 2004'te yol yapım çalışmaları tekrar başladı.
2005
Şubat ortalarına gelindiğinde yolun kabası hemen hemen bitmişti.
11
Mart 2010’da Mersin Valisi Hüseyin Aksoy, mağara yolunda incelemelerde bulundu.
Gilindire Mağarası'nın iç kısmını aydınlatabilmek için proje hazırlandığını
söyleyen Aksoy, mağaraya giden yolun da asfaltlanacağını ve bölgeye gelecek
turistlerin konaklaması için de gerekli yapıların oluşturulacağını anlattı.
Ekim 2010’da, Mersin
İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, “Mersin Aydıncık Aynalıgöl (Gilindire) Mağarası
Aydınlatma ve Çevre Düzenleme Yapım İşi” başlığıyla ihale duyurusu yaptı. İhale
kayıt numarası: 2010/512084.
İhalenin / Yeterlik
Değerlendirmesinin
a) Yapılacağı yer:
Mersin İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü İhale Salonu,
b) Tarihi ve saati: 22.10.2010 - 10:00
Aydınlatma ve Çevre
Düzenleme Yapım İşi ihalesini kazanan firma Ocak 2011'de çalışmalara başladı.
DÖRTAYAK ANITMEZARI
Dörtayak, tarihin derinliklerinden günümüze ulaşan sekiz
metre yükseklikte, konik biçimde yükselen, üst kısmı kornişle süslü bir yapıt.
MS 2. yüzyıl sonlarında yapıldığı sanılan bir anıtmezar. Dört adet fil ayağı
olduğu için bu ad verilmiş. Mezar odası açılmadığından, gerçek bir mezar mı ya
da ünlü birinin anısına yaptırılan boş bir mezar mı olduğu henüz bilinmiyor.
Bir aşk öyküsü de kurgulanmış bu anıtmezar üstüne.
Söylenceye göre, yöre kralının güzelliği dillere destan bir kızı varmış. Aynı
anda iki damat adayı çıkmış ortaya. Kızın babası eminmiş her ikisinin de kızını
mutlu edeceğinden. Yokmuş birbirlerine de üstünlüğü. İşte bu yüzden seçim
yapmakta zorlanmış. Çağırmış iki adayı. Birinden Köşk’ten kanal yaparak su
getirmesini, diğerinden de Dörtayak’ı yapmasını istemiş. Kim erken bitirirse
işini, o alacakmış güzel kızı.
İki namzet başlamış çalışmaya. Günler, aylar, yıllar
geçmiş. Su getirmekle görevlendirilen aday, dereleri, tepeleri aşan kanal
yapmış, diğeri son sırayı yapacağı zaman suyun şırıltısı duyulmuş
Kelenderis’te. Dünya güzelini kaybettiğini anlayan aday, son sıranın ilk taşını
koymuş koymasına ama bitirse neye yarayacak, atmış kendini aşağıya.
Tartışmalıdır söylencenin sonu: Kimilerine göre suyu getiren genç girmiş dünya
evine sevdiği kadınla. Kimileri de şöyle bitirir öyküyü: “Kız çeşmeyi yapana
âşıkmış, kavuşamayınca da sevdiğine, atmış kendini denize.”
Böyle anlatıla gelir. Doğru mu yanlış mı orası
bilinmez ama anıtın tepesinde tek taş yıllardır durmakta. Yapıtın dibinde de
aynı taşlardan hâlâ var. Yerdeki taşlar belki de yukarıdan düşmüştür, kim
bilir.
Bir hayırsever, o taşlardan birini oyup dibek
yapmış. Bir zamanlar, çalgıcılar eşliğinde damat ve arkadaşları gelirdi buraya
keşkeklik buğday dövmeye.
Dili olsa da konuşsa bu anıt! Bir anlatsa, kimin
için, ne zaman yapıldığını. Bir dile getiriverse ayakta kalabilmek için insan
ve doğaya karşı verdiği savaşımı. Neler görüp geçirmiştir, ne gülüşmelere ne
ağıtlara tanık olmuştur, o dilsiz koca anıt.
O günün koşullarında, ne kadar zamanda, kaç kişiyle,
hangi amaçla yapıldı acaba? Yarısı toprak altında bulunan bölümü, söylendiği
gibi, gerçekten mezar odası mı bilinmez. İçi boş mu dolu mu o da belli değil.
Ama Kaptan Beaufort'un “Chelindreh Limanı” haritasında Dörtayak, “kenotaf” yani
ünlü bir kişinin ansısına yapılan boş mezar olarak gösterilmektedir.
KELENDERİS KALESİ
KELENDERİS KALESİ
İskelenin güneyinde en üst kısmı denizden yaklaşık
25 m yüksekliğinde, batıdan doğuya doğru yaklaşık 200 m uzunluğunda bir yarımada
var. Üzerinde deniz fenerinin de bulunduğu bu yarımadanın ucu, 1982 yılında
uzatılarak, ana mendireği 140 m, tali mendireği 75 m, rıhtım boyu 70 m,
derinliği ise 3 metre olan bir balıkçı barınağı oluşturulmuştur.
Bu yarımada üzerinde bir kale varmış bir zamanlar.
Kelenderis kalesinin sur duvarlarının büyük bir kısmı yıkılarak gelmiş
günümüze. 1500’lü yıllarda bile harabe halindedir bu kale.
Neler görmüş, nelere tanık olmuş bu kale!
Romalı iki vali Pison ile Sentius MS 19’da burada
savaşmışlar. JOHN CARNE, “Suriye, Kutsal Topraklar, Küçük Asya” adlı kitabında
şöyle yazar:
“Tiberius döneminde, çeşitli dümen ve dolapla
Germanicus’un öldürülmesi olayına karışan Pison işte burada yakalanmıştı.
Sentius Pison’u Kilikya'da, Celendris adında bir kaleye sığınmaya zorlamıştı.
Savaş başladı; Sentius avantajlı duruma geçmişti ki Pison düşman gemilerindeki
lejyonerlere, sura çıkarak, kendini gösterdi ve onlara hitap etti, onları kendi
tarafına çekebilmek için elinden geleni yaptı ve dördüncü lejyonun bayraktarını
kendi tarafına geçirmeyi başardı. Bunun üzerine, Sentius trompetleri çaldırttı
ve askerler de saldırıya geçti. Pison, Celendris’te kalmasına izin verilirse,
teslim olacağını bildirdi ama teklifi reddedildi. Kendisine İtalya’ya
gidebilmesi için sadece birkaç gemi ile bir pasaport verildi.”
1226'da Selçuk Türkmenlerinden Ertokuş Bey ile Çavlı
Bey Kelenderis Kalesi’ni Ermenilerden alarak buraya doğudan gelen Türkleri
yerleştirmiştir.
Pirî Reis (1521) haritasında Kelenderis koyundaki
burnun üzerinde bir kale göstermektedir.
Cem Sultan Rodos Adası’na bu limandan gitmiştir.
Kaptan Beaufort’un (1818) çizdiği Kelenderis limanı
haritasında yarımada üzerinde sekizgen planlı bir kule ile yıkık bir şato
işaretlenmiştir.
İlçe merkezi, Anaypazarı’na taşınana dek kaymakamlık
binası kale içerisindeydi. PTT binası da son yıllara kadar buradaydı.
İli Mersin’in, ilçesi Gülnar’ın
İstanbul özlemi tatlıdır Aydıncık’ın.
AYDINCIK
Buğday benizli,
yeşil gözlü,
Bayrağımın
duldasında bir hörü.
Sere serpe
uzanmış adının körfezine
Çam kokluyor
güle eğlene.
Akdeniz göz
koymuş güzelliğine
Karacaoğlan,
Zeki Teoman gibicesine.
Dörtayak’ın
üstünde salıverdiğim kahkaha,
Sahipsiz ceylan
benzeri koşmakta.
Denizine
gülücükler dağıtan kıyılar,
Arkalarında
özlem bırakıp geçerken,
İskele alanından
Gilindire’ye kadar
Gece yıldız
içerim ben.
Aydıncık’ı
uzaktan gören kimse
Bir içim su,
der.
Değişmem onu
kutlu zemzeme
Serinler
Aydıncık’ı içine sindirenler.
Toprakları
benim, denizi benim,
Aydıncık’ta
yapıtlaşan emekler benim,
Benimdir
sevinci, gökleri, insanları
Bize el sallayan
adaları
İli Mersin’in, ilçesi Gülnar’ın
İstanbul özlemi tatlıdır Aydıncık’ın.
A.ZEKİ TEOMAN
AYDINCIK'TAKİ SÖYLENCELER:
Hayvanı kaybolan birisi, kurtağzı
yaptırırsa, kurdun hayvana zarar vermeyeceğine inanılır. Açık bir bıçak ya da
makas, dualar eşliğinde akşam ezanından sonra kapatılır. O gece doğadaki tüm
canlıların ağzının kilitlendiği kabul edilir. Sabah namazından sonra kapalı
bıçak ya da makas dualar okunarak açılır.
Eğer bir çakal « pavk, pavk, pavk »
diyerek bir yerden geçerse, o bölgede oturanlardan birinin öleceğine inanılır.
Ölümün kendi evlerine uğramaması için, ocaktan bir odlu eğsi alınır ve sesin
geldiği tarafa fırlatılır.
Koşmar, kertenkeleden daha büyük,
daha kalın derili ve daha uzun kuyruklu, aşağı yukarı otuz santim boyunda bir
sürüngendir. Durduğu yerde başını bir yukarı bir aşağı sallar. İşte o zaman bu
yaratığın Tanrıya küfrettiğine inanılır ve hayvan taş yağmuruna tutulur.
SINIR TAŞI
AYDINCIK'TAKİ SÖYLENCELER:
1. Pirî Reis'e göre
Gilindire Kalesi hakkında şöyle bir rivayet vardır:
Kıbrıs'tan birçok Venedik kâfiri tüccar kıyafeti ile
bir gemiye sabun koyup getirmişler. Cuma günü bu sabun sandıklarını kalenin
kapısının önüne yığmışlar. Halk Cuma namazına gitmek isteyince sabunları
kapıdan kaldırmaya başlamışlar. Fakat sandıkların çokluğu dolayısı ile bırakıp
Cuma namazına gitmişler. Halk böyle gafillik edince, fırsattan faydalanıp
kaleyi almışlar. O vakitten beri kale haraptır...
2. Sarnıçtaki Rum
kızı:
Merkez mahallesinde güzel bir evde bir Rum ailenin
şirin mi şirin bir kızı otururmuş. Babası da, çarşıdaki Kahyaoğlu'na ait
kapıları kemerli binada kunduracılık yaparmış. Rumların Gilindire'yi terk
edecekleri zaman, akşamüzeri bir yelkenli demirlemiş limana. Rum kızı da bu
yelkenli ile ertesi gün buradan ayrılacakmış. Birkaç delikanlı kızı kaçırmak
istiyormuş. Durumdan haberdar olan Rum baba, tahtalardan küçük bir sal yapıp
kızını bindirerek onu evindeki sarnıca sarkıtmış. Kızcağız gecenin karanlığında
büyük bir korku içinde sabahın olmasını beklemeye başlamış. Kızı kaçırmaya
gelen gençler tüm evi aramış taramışlar ve eli boş dönmüşler evlerine.
Sabahleyin kızı balkonda görünce de çok şaşırmışlar.
3. Cinsel Taciz:
Merkez camiinin önündeki çeşmeyi Rumlar, Jandarma
karakolunun yanındakini ise Türkler kullanırmış. Akşamüzeri Türk kadınları, ellerine
testilerini, helkelerini alarak çeşmeye suya giderlermiş. Sırası gelen suyunu
doldurup evine dönermiş. Sona bir ya da iki genç bayan kalınca, Rum
delikanlılar kadınlara laf atıp sarkıntılık edermiş.
Bu olaydan utanç duyan ve kendine güvenen bir babayiğit
Türk, çeşmenin üst tarafındaki çalının içine gizlenmiş ve gözetlemeye başlamış.
Sona kalan genç kıza iki üç Rum genci sarkıntılığa başlayınca, saklandığı
yerden büyük bir hışımla fırlayan Türk, bir yumruk birine bir tekme ötekine,
Rumları yere sermiş. Nasıl olduysa Rumlardan biri kalktığı gibi, Türk'ün hayasını
tutup olanca gücüyle sıkmış ve bizimki acılar içinde kıvranarak yere düşmüş ve
oracıkta hayatını kaybetmiş.
4. Şeyhömer
Karamanoğlu Mahmut Bey'in, Anamur Kalesi'ni almak
üzere sefere çıktığında, yolu şimdi Gülnar Kazası'na bağlı olan Şeyhömer Köyü'ne düşmüş. Şeyh, askerlere bir tencere pilav, atlara da bir torba saman
ile bir tas arpa vermiş. Bey kızmış ve “Bre adam, sen bizimle dalga mı
geçiyorsun? Bunca askere bir tencere yemek, bunca ata bir torba saman ile bir
tas arpa yeter mi” diye bağırmış. Şeyh cevap vermemiş. Ama yenenler tükenmek
bilmiyormuş. Şeyh'in kerametine şaşırıp kalan Karaman Beyi, onu da sefere
götürmek istemiş. Şeyh de ona “Siz gidedurun, ben arkadan yetişirim” demiş.
Şeyh, akşam olunca, bir başka yoldan Kale'ye gitmiş.
Çevredeki teke ve boğaların boynuzlarına mumlar bağlayıp yakmış. Hayvanları
Kale'nin etrafına salıvermiş. Kale'dekiler her taraftan sarıldıklarını sanıp
paniğe kapılmışlar. Şeyh de elinde kılıcı, girmiş Kale'ye. Kıyasa süren bir
cenkten sonra, Kale'nin anahtarlarını almış ve dönüp yolda onları Bey'e vermiş.
Kale'ye girince, Karaman Beyi yüzlerce insanin kafasının gövdelerinden ayrılmış
olduğunu görmüş ve Şeyh'in anısına Kale'de bir cami, Şeyhömer Köyü'nde de bir türbe
yaptırmış.
5. Hamam
Hamam hakkında halk arasında şöyle bir de rivayet
vardır:
Deniz yoluyla kente gelen yolcular, hamamda yıkanmadan
şehre alınmazmış. Hamamdan çıkarlarken kontrolden geçerler, hastalıklı
olanlar kente sokulmazken, sağlam olanların kollarına bir mühür vurulur ve
kente ancak mühürlenenler girebilirmiş. Böylece bulaşıcı hastalıkların önüne
geçilirmiş.
GİLİNDİRE
İnciden gerdanlıksın
Toroslar’ın göğsünde
Altın hörgüçlerin var
Akdeniz’in üstünde
Serinlik serpiyor
Yüreklere poyrazın
Kışına doyum olmaz
Yoksa da ılık yazın
Toros eteklerinde
Yelpazeler çam dibi
Her yanda bin kokun var
Yosma bir gelin gibi
MAKBULE GÜCÜYENER
AYDINCIK
sularda balkır gümüş
bir ayna
içlere sür atını
dalgalar uzakta
oynak koylarda
yığınla yıldız
kim fazla yanıyorsa
solacak biri
hoşnutum, göz kırpıyor
ama tanımıyor daha
koyulaştırıp cengini
mavi göğ altında
eğrim eğrim kuvvetle
iniyor gönüllere
her seher çıkıp giden
sevdiklerim nerde?
Ay öncü ışığıyla
dağlara tırmanıyor
bütün arzuları gece
sarıyor kollarına…
Müslim Çelik
YÖRE
KÜLTÜRÜNDEN DÖKÜNTÜLER
1- ATKI
Düğünün ilerleyen saatlerinde atkı
merasimi başlar. Atkı, yeni evlilere yapılan ekonomik bağışın adıdır ve
toplumsal dayanışmayı ifade etmektedir. Buna takı da denir. Tören, damat
tarafıyla başlar. Sonra, gelin tarafına sıra gelir. Para verilir, altın
takılır. Hediyesini yapan kişinin adı yüksek sesle, varsa hoparlörle düğüne
gelenlere duyurulur. Düğün sona ermeden de toplanan para ve takılan altın
miktarı ilan edilir.
2- KURTAĞZI
BAĞLAMA
3- PAV ÇAKAL
4- KOŞMAR
TAŞLAMA
ESKİDEN OYNANAN BAZI OYUNLARIMIZ
UZUNEŞEK
Oyuncular, yatacaklar ve atlayacaklar olarak iki gruba ayrılır. Bir kişi de duvara ya da ağaca sırtını verir. Yatacak olanlardan ilki, başını ayakta duranın karnına dayayarak eğilir. Diğer gruptan ilk kişi atlar ve biner. Binen kişi bazı kurallara uymak zorundadır, örneğin ayaklarını eşeğin karnına bağlayamaz, yere değdiremez ayrıca eşeğin üzerinde ileri geri hareket de edemez. Sırası gelen eşek yani yatacak kişi, önündekinin bacakları arasına kafasını sokar, ayaklarından da tutar. İkinci kişi atlayıp biner. Oyun sırasında eşeklerden biri yatıverirse, atlama yeniden başlar. Eğer gruptakilerin tümü başarılı bir şekilde eşeğe binerse, atlayanlar yeniden atlamaya başlar. Oyunculardan biri atlayamazsa, bu kez de yatanlar atlayıcı olur.
Oyuncular, yatacaklar ve atlayacaklar olarak iki gruba ayrılır. Bir kişi de duvara ya da ağaca sırtını verir. Yatacak olanlardan ilki, başını ayakta duranın karnına dayayarak eğilir. Diğer gruptan ilk kişi atlar ve biner. Binen kişi bazı kurallara uymak zorundadır, örneğin ayaklarını eşeğin karnına bağlayamaz, yere değdiremez ayrıca eşeğin üzerinde ileri geri hareket de edemez. Sırası gelen eşek yani yatacak kişi, önündekinin bacakları arasına kafasını sokar, ayaklarından da tutar. İkinci kişi atlayıp biner. Oyun sırasında eşeklerden biri yatıverirse, atlama yeniden başlar. Eğer gruptakilerin tümü başarılı bir şekilde eşeğe binerse, atlayanlar yeniden atlamaya başlar. Oyunculardan biri atlayamazsa, bu kez de yatanlar atlayıcı olur.
Oyunda bolca itişme kakışma yaşanır.
Örneğin en baştaki eşek, kafasını ayakta duranın karnı yerine biraz daha
aşağıya dayarsa, ilk itişme o zaman başlar. Yatan kişi muziplik yapar başını
arkadaşının bacakları arasına soktuğunda onu, sağına soluna değdirerek tedirgin
ederse, öndeki kıpırdayıverir ve atar yükünü, bir itişme kakışma daha başlar. O
zaman şaka kaldıramayanlar arasında kavga bile çıkar.
SINIR TAŞI
Köyde büyükler arasında, özellikle kışın
oynanan bir oyun. Köyodasında toplananlar arasından, muhtar, aza, bekçi,
birbirinden şikayetçi iki tarla sahibi seçilir. İki kişi de “Sınır taşı”
olacaktır. Kimse bu rolü üstlenmek istemez. Ya oyunu bilmeyenler ya da köye
gelen misafirler “Sınır taşı” yapılır. O da bulunmazsa iki gönüllü rolü
kabullenir.
“Sınır taşı” olan kişilerin önce iki eli
boynunun arkasından sonra da çömeltilerek iki ayağı bileklerinden bağlanır.
Oyunculardan biri adamları yuvarlayıverir. Bu durumda istedikleri kadar
uğraşsınlar, ayağa kalkamazlar.
Şikâyetçi taraf, sınır taşının komşusu
tarafından kaktırıldığını söyler ve “Taş burada değil şuradaydı” diyerek
ayağıyla yerdeki adamları iteler. Diğer taraf, “ Hayır, doğru değil, taş
şuradaydı,” diyerek bir de o iteler. Devreye bekçi girer, “ Ben biliyorum, taş
şuradaydı” der bir de o yuvarlar taşları. Muhtar soruna çözüm bulma
bahanesiyle, “ Susun; taş bundan böyle burada duracak” diyerek yerdeki adamı
kaldırdığı gibi ortaya atıverir.
Sınır taşı olmayı kabul eden zavallı, böylece her taraftan tekme sille yer.
GINCIRDAK
Ormandan 4 ile 5 metre uzunluğunda genç bir çam kesilir ve dalları budanır. Birkaç delikanlı onu omuzlarında taşıyarak aygıtın kurulacağı düzlüğe getirir. Bir metre yükseklikte, baldır kalınlığında bir çam daha kesilip aynı yere getirilir. Dikme görevini üstlenecek bu torunun ucu, kalem açar gibi ama küt olarak yontulur. Diğer çam, kök kısmından yaklaşık 1,50 cm uzaklıktan dikmenin ucunun girebileceği kadar, çok derin olmayacak şekilde yarıya kadar delinir. Delik açma sırasında kalasın sağ ve solunun inceltilmemesine özen gösterilir. Bu delik bazen yakılarak bazen de kazınarak düzeltilir. Kalın tarafa bineceklerin düşmemesi için, bu kısım biraz yontulup düzlenir hatta binen kişinin tutunacağı bir düzenek bile yapılır. Zübedek adı verilen dikmenin ucu, açılan delikte rahatça dönüyorsa, aygıt tamamlanmıştır. Zübedek, oyun alanının ortasına kazılan bir çukura, kenarına iri taşlar koyarak, toprak atılarak, çiğnenerek, sağlamca dikilir. Mertek, deliği zübedeğin ucuna denk getirilerek dikmeye oturtulur. Bir süre döndürülür. Hızla dönen kalas, zübedekten düşmezse, gıncırdak kurulmuş olur.
Ormandan 4 ile 5 metre uzunluğunda genç bir çam kesilir ve dalları budanır. Birkaç delikanlı onu omuzlarında taşıyarak aygıtın kurulacağı düzlüğe getirir. Bir metre yükseklikte, baldır kalınlığında bir çam daha kesilip aynı yere getirilir. Dikme görevini üstlenecek bu torunun ucu, kalem açar gibi ama küt olarak yontulur. Diğer çam, kök kısmından yaklaşık 1,50 cm uzaklıktan dikmenin ucunun girebileceği kadar, çok derin olmayacak şekilde yarıya kadar delinir. Delik açma sırasında kalasın sağ ve solunun inceltilmemesine özen gösterilir. Bu delik bazen yakılarak bazen de kazınarak düzeltilir. Kalın tarafa bineceklerin düşmemesi için, bu kısım biraz yontulup düzlenir hatta binen kişinin tutunacağı bir düzenek bile yapılır. Zübedek adı verilen dikmenin ucu, açılan delikte rahatça dönüyorsa, aygıt tamamlanmıştır. Zübedek, oyun alanının ortasına kazılan bir çukura, kenarına iri taşlar koyarak, toprak atılarak, çiğnenerek, sağlamca dikilir. Mertek, deliği zübedeğin ucuna denk getirilerek dikmeye oturtulur. Bir süre döndürülür. Hızla dönen kalas, zübedekten düşmezse, gıncırdak kurulmuş olur.
Zübedeğin ucuna tespih
çalısı çekirdeğinin yağı sürülür, üzerine de bir kömür parçası konduktan sonra
kalas yerleştirilir. Ağaçların sürtünmesinden gacur gucur sesler çıkar. Bu
gıcırdamadan dolayı aygıta gıncırdak denmiştir.
Gıncırdağa genellikle
geceleyin binilir. Aygıtın kurulu olduğu alana kocaman bir ateş yakılır. Bu
ateşin şavkında, kalın tarafa bir kişi eşeğe biner gibi, uç tarafına bir iki
kişi karın üstü biner. Arkadaki kişi, ayağıyla kalası döndürmeye çalışır ya da
onu bir başkası döndürür. Hızlanınca, dönmeye yardımcı olan kişi oyun alanından
kaçıp kurtulur.
Binenler döner
dururlar. Eğer zübedeğe sürülen yağ ve konan kömür yeterliyse, gıncırdaktan
çıkan ses, yüzlerce metre uzaktan duyulur.
Bazen kalın tarafa
binen kişi, ayaklarıyla fren yaparak durdurur gıncırdağı. Uç taraftaki, havada
askıda kalır. Diğeri iki ayağını yere basar ve başlar kalasın üstüne oturup
kalkmaya. Zıplatır karşısındakini. Zavallı titrer durur ve “İndir, n’olursun,
indir” diye yalvarır durur.
ARA KESTİ
Ortada bir ebe taş
bulunur. İki gruptan biri kaçar, diğeri kovalar. Kaçanların amacı hem
yakalanmamak hem de ebe taşa dokunmak. Kovalayanların amacı ise yakalamak ve
rakibinin taşa dokunmasını engellemek. Kaçan oyuncu ebe taşa dokunursa,
kovalayan oyundan çıkar. Kovalama sırasında kaçan oyuncu, ebe taş ile
yakalamaya çalışanın arasından geçerse, bir başka deyişle ikisinin arasını
keserse, kovalayan yine kaybetmiş sayılır ve oyundan çıkar.
Oyunun en zevkli zamanı, bir kaçan bir de kovalayan kalınca olur. Biri
kaçar biri kovalar. Saatlerce sürer bu kovalamaca.
POYRAZ
DEDE
Yöremizde
kuzeydoğudan yazın alev alev, kışınsa soğuk esen ve önüne geleni sürükleyip
götüren bir rüzgâr vardır. Adına da poyraz denir. “Silifke’nin poyrazından
yatamaz oldum” şeklinde türkülere bile konu olmuştur. Poyraz genellikle yağmur
sonrası çıkar. Kovar kara bulutları, maviye boyar gökyüzünü.
Eskiden
yağmurlu günler uzun sürerse, bulutların dağılması ve güneşin sıcak yüzünü
göstermesi için Yörük köyünde bir geleneğe başvurulur, bu sırada da poyraz
çağrılırmış. Gerisini Yusuf Keskin’den dinleyelim:
“Yağmur
çok yağdığı zaman ailenin en büyük oğlu, yaşına henüz girmemiş bir sıpanın
kuyruğundan azıcık kıl keser, onu süpürge teli ve nar kabuğuyla bir kargıya
bağlar ve ateşte yakardı. Bu arada köydeki diğer insanlar da çift sürmek için
kullandıkları, karasaban, boyunduruk, üvendire ya da harmanda kullanılan yaba
ya da dirgeni yakardı. Evin büyük oğlu da aşağıdaki tekerlemeyi söylerdi.
“Poyraz Dede, Poyraz Dede
Ben anamın ilkiyim
Kul ardında tilkiyim
Silpik silpik silpiğim
Poyraz Dede, Poyraz Dede”
Anlatılanlara
göre genellikle yağmur kesilir ve poyraz çıkarmış. Poyraz da en az üç gün eser.
Ortalığı birbirine katar. Öptürür yeri ağaçlara. Bazen de kesilmek bilmez.
Bıktıran poyrazı durdurmak içinse, “Yel Yellemesi” diye bir oyun oynanırmış.
Yusuf Keskin anlatıyor:
“
Üç beş gün poyraz eserse, bir sırığa birkaç çan asılır; birkaç deve pisliği ile
biri ak öteki kırmızı iki soğan takılır. Bir çocuk bu sırığı eline alır. Diğer
bir çocuğun da elinde tuz kesesi vardır. Üçüncü çocuğun arkasına yastık
sarılır. Köyün çocukları onların arkasına dizilir. Hep bir ağızdan,
“Yel yelemez
Yel buraya gelemez
Yeldi de yetti
Alaca terliğimi aldı da gitti
Poyrazın ebesi ölmüş”
diye bağrışarak ev ev dolaşırlar. Her
evden yağ ve un toplarlar. Vermeyenin kapısına da tuz serperler. Topladıkları
malzemeyle bir dağa gidip ateş yakarlar. Undan hamur yaparlar. “Gömbe” adı
verilen çörekleri küle gömerek pişirip yerler.
Çöreğin
bir parçasını küle gömerler ve üstüne de basarlar yumruğu “Poyrazın ebesi
ölmüş” diyerek. Ardından bağrışa çağrışa evlerine dönerler.
GİLİNDİRE BALIKÇILARI
Nadir ile Sayar
bereket tutar
Kurtar da gelmiş olta
atar
Salih kefal getirmiş
Çarşıda satar
Musa bize yok mu der
Kafa tutar
Yaşar balığı ağır
tartar
Bu da benden olsun
der birini daha atar
Ali Dayı balığın
irisini seçer
Galip Kaptan
meteoroloji memuru oldu kerata havayı ölçer
Kerim iskelede av
serer
Remzi gelmiş sübye
sorar
Fikri bekler taş başı
Ne yağmur dinler ne
yaşı
Ünsal Hoca balıkçı
başı
Gilindire’nin iki
fırını
Bir de kasabı
Bakkalları doğru
görmez hesabı
Kaptan Veysel YALÇINER
YÖREDEN
FIKRALAR
EŞEĞİN
YOKSA ENİŞTEN DE Mİ YOK?
Adamın
biri sırtında yarım çuval buğdayla değirmene giderken, karşısından gelen köylü,
“Hayrola? Çuvalı neden sen taşıyorsun” diye sorar. “Eşeğim yok da ondan”
yanıtını verir adam da. Bunun üzerine köylü, “Be kardeşim, eşeğin yoksa enişten
de mi yok” der.
***
ANAMUR TARAFI AÇIK
Bol yağmur yağmış, ortalığı sel basmış. Sele
kapılıp giden bir adam kafasını çevirip Anamur tarafına bakmış ve “Korkulacak bir şey yok, Anamur tarafı açık” demiş.
***
BENİ GÜLNAR'A KADAR GÖTÜRÜP GETİRİR MİSİN?
Adamın birinin karnı acıkmış. Ne yesem diye
düşünürken, hele yemeklere bir sorayım demiş.
- Pirzola, seni yesem, beni Gülnar'a kadar
götürüp getirir misin?
- Hem götürür,
hem getiririm.
- Peki, kuru fasulye, seni yesem, beni
Gülnar'a kadar götürüp getirir misin?
- Götürmesine götürürüm de, getirmesine bir
şey diyemem.
- De bakalım, bulamaç, seni yesem, beni
Gülnar'a kadar götürüp getirir misin?
-Bana güvenip de, yola çıkma, kardeşim.
***
SEN
TAM BİR GURBA OLMUŞSUN
Yörüklerden
biri arkadaşına sormuş:
-
En son ne zaman çimmiştin, bilader?
-
Geçen ay su tuluğunun altından geçiyordum. Gafama bir iki damla düşmüştü.
-
De sana, a bizim oğlan, sen tam bir gurba olmuşsun.
***
BİZ
ALTI AY ÖNCE ÇİMMİŞTİK
Adamın
biri sabun dolu heybesini atmış eşeğine, başlamış sabun satmaya. Bir Yörük
çadırının önünden geçerken sormuş Yörük anaya “Sabun alır mısınız” diye. O da
“Biz yayladayken, altı ay önce çimmiştik. Şu aşağıdakiler bir senedir çimmemiş,
onlara bir sor. Belki onlar alır.”
***
KULUN
RIZKI: (Kaynak kişi, Ersoy Akça)
Halit
Tol, keyfine düşkün, eğlenmeyi seven, saz çalan, meclisi olan, muhterem bir
zatmış.
Postacı
Rıza Efendi de hiç eksik olmazmış sofrasından. Bir gün, artık canına tak demiş
Gülnar beyinin; yemek sonrası gitmiş postaneye, vermiş elindeki kâğıdı Rıza Efendi’ye
ve ona “Şu telgrafı çekiver” demiş. Rıza Efendi geçmiş telgraf manyetosunun
başına. Başlamış aletin koluna basmaya…
ELT
POSTACI
RIZA EFENDİ ELİYLE ALLAH'A
Rıza
Efendi kulunun rızkını sen mi vereceksin yoksa ben mi? Acele bildir.
Halit
Tol /Gülnar
***
SENİN
GİBİ BİR SÜMÜKLÜ: (Kaynak kişi, Ersoy Akça)
Selime
Kadın, Köpüklü Hasan’ı bir kış günü çeşme başında kendi kendine doğurmuş.
Kesmiş oğlunun göbeğini ve daldırmış bebeği teknenin buz gibi suyuna.
Çeşmeye
gelen bir atlı bağırmış kadına:
“Bre
kadın, ne yapıyorsun sen? Buyacak zavallıcık!”
Selime
Kadın belertmiş gözlerini. Bakmış; bıyığı buz tutmuş, sümüğü donmuş bir adam.
Ve ona şöyle demiş:
“Onu
böyle ıslamazsam, ileride senin gibi sümüklü biri olur.”
***
BAŞIM
SUYU:
Adamın
biri sabahtan akşama değin, ekin ekmiş, çapa çapalamış ve yorgun argın dönmüş
evine. Bir de baksa ki talvardaki ocaklıkta bir kazan, altında da harıl harıl
bir ateş.
- Neci bu, be garı? Odunu bol buldun galiba?
-
Yok be, gocam! Olursa başım suyu, olmazsa da aşım suyu.
***
Molla Memet’in hanımı yaşlanınca unutkan olmuş. Komşudan gelen bir tabağı nereye koyduğunu unutmuş, habire onu arıyormuş. Molla Memet, hanımına “Karı boş ver tabağı, eskilerden konuşalım. Ben seni istetmeden önce başkaları da istedi miydi” diye sormuş. Hanımı bir solukta, isteyenleri saymaya başlamış ve on ikincisine geldiğinde Molla Memet, “ Be karı, onlar seni isteyeli elli sene olduğu halde hepsini hatırlıyorsun da, beş dakika evvel koyduğun tabağın yerini neden unutuyorsun” demiş.
***
Bir gün, Muhtar Molla Memet’in köyüne kaymakam gelir. Köyün çocukları çevresinde toplanırlar. Kaymakam, muzipçe, Molla Memet’e, “ Bunlar da nerden çıktı, bok böcüsü gibi,” dediğinde, Molla Memet altta kalır mı, “ Kokuyu almışlar da öyle toplanmışlar, kaymakam bey,” yanıtını verir.
***
Gezendeli birisi, iki hanımı da öldüğü için, üçüncü kez evlenmek zorunda kalır; bu evlilikten de on iki çocuğu olur. Üçüncü hanımı da ölür. Köye Ermenekli bir “ taktak helvacı” gelir. Adamın karısının öldüğünü duyunca, “ Emir Allah’ın hemşerim, nasılsın?” der. O da, “ Nasıl olayım arkadaş, bu Allah o kadar kurnaz ki, olduğu yeri bana bildirmez. Üç hanımı bana münasip görmeyip hepsini elimden aldığı için, al bu çocukları, onlara da sen bak diyeceğim, yerini bilmiyorum,” diye yakınır.
***
Silifke’nin Değirmendere Köyü’nden yaşlı biri, Korucuk Köyü’nden genç bir bayanla evlenmiş. Adamcağıza her işi yaptırıyorlarmış. O iş, bu iş derken o kadar yorulmuş ki sonunda, “ Korucukluya enişte olacağıma, Tömüklüye eşek olsaydım bundan daha iyiydi, hiç değilse limon ağacının gölgesine bağlanırdım,” demiş.
***
Hiç saat görmemiş bir Koçaşlılı, saati kulağına dayamış, saatten gelen sesi duyunca, “ Anam avradım olsun, bunun içinde çekirge var,” demiş.
***
Köyden birisi, kız kardeşi ile evlendiği arkadaşına kendi kız kardeşini verir. Bir gün, köye bir satıcı gelir. Bunlar, şakadan hararetli bir tartışmaya tutuşurlar. Biri diğerine, “ Ben senin avradının kucağına yatarım,”der. Öteki hemen, “ Ben de senin avradının kucağına yatarım,” deyince, konuşmalara tanık olan satıcının aklı çıkar. Yanındakilere, “ Ulan, buradan kaçalım, kan damladı oldu,” der.
***
Ermenek’ten gelen “ taktak helva” satıcısı, bir okka helvaya karşılık, bir davar derisi alıyormuş. Köylünün biri, “ Gök deri var, alır mısın?” diye sormuş. Köy odasının da iki kapısı varmış. Bir kapıdan girip davar derisini gösteren, öbür kapıdan çıkıyor, deriyi arka tarafa bırakıyormuş. Helva satıcısı hep gök deri ile karşılaşınca, “ Sizin derilerinizin hepsi gök müydü?” diye sormuş. Bir teneke helva satmış, derileri deveye yüklemek için arka tarafa geçince, bir de ne görsün, bir tek gök deri var, uyanmış ama biraz geç olmuş.
***
Muzu ilk kez gören bir Koçaşlılı arkadaşına, “ Bu nedir” diye sorar. Öteki, “ Bu olsa olsa bamyanın aşısıdır,” diye yanıtlar.
(ORTA ASYA’DAN TOROSLAR’A GÜLNAR; F.SAADET BİLİR, ALİ F. BİLİR;
ETİK YAYINLARI, İSTANBUL, OCAK 2007)
YÖREMİZDEN MİSAFİR FIKRALARI
Aslında konuksever bir toplumuz ama dilimizde “Misafir misafiri sevmez, ev sahibi hiçbirini sevmez” diyen bir de atasözü var. Amacımız bu çelişkiyi irdelemek değil sadece ev sahibi/konuk ilişkilerini fıkralar aracılığıyla aktarmaktır.
1-Akşam yemek yerlerken ev sahibi büyük kaşığı alır, misafire de küçük kaşığı verir. Başlarlar çorba içmeye. Ev sahibi her kaşıkta, “Öldüm, öldüm” der. Misafir dayanamaz, “Yahu arkadaş, kaşıkları değişelim de biraz da ben öleyim” der.
2-Akşam yemek yerlerken ev sahibi misafire, “Yahu misafir, yiye yiye öküz olmadık mı ya” deyince, misafir de, “Arkadaş ben daha buzağı bile olamadım, hele biraz daha yiyelim” der.
3- Sabah olmuş; ev sahibi kahvaltı vermek, misafiri de aç gitmek istemez. İkisi de birbirlerini beklerken zaman geçmeye başlar. Ev sahibi dayanamaz “Ellerin misafiri türkü çağırarak gidiyor” deyince, kendi misafiri, “Onlar karınlarını doyurdular da öyle gidiyorlar” der.
4-Gece ilerlemiş ama misafirlerin kalkıp gitmeye hiç de niyetleri yok. Ev sahibesi konuklarına sorar:
—Siz gidince ne yapacaksınız?
Misafirlerden biri cevap verir:
—Yatıp uyuyacağız.
Esneyip duran ev sahibi bu yanıt üzerine yapıştırır lafı:
—Siz gidiverseniz, biz de yatıp uyuyacağız.
5-Bir eve misafir gelir. Ev sahibi konuklarına, “Susuz musunuz, uykusun musunuz” der. Misafir de hiç istifini bozmadan “ Çeşme başında uyuduk geldik” yanıtını verir.
6-Aç susuz bir yolcu, bir evin önünde durur ve yiyecek bir şeyler ister. Küçük bir kız ona bir dürüm ekmek ve bir topan dolusu pekmez ikram eder. Adamcağız biraz yedikten sonra:
—A benim gülüm! Neden çok goydun bekmezi? Yazık, yoyulacak.
— İçine sıçan düşük bekmezi mi gısganacağız sizden?
Midesi bulanan ve çok öfkelenen adamcağız içi pekmez dolu topanı taşa çarpar.
Küçük kız da yolcuya öfkeyle bağırır:
— N’aptın emmi? İtimizin topanını gırdın hoyu!
7-Bir eve konuk gelir. Ev sahibesi ocağa cılız bir ateş yakar, sacayağına da tencereyi koyar ve kendi kendine söylenir
—Piş aşım piş, misafir gidene kadar piş.
Misafir de gecikmez yanıt vermekte:
—Biz de bekleriz horoz ötene kadar.
8-Akşamüzeri kapı çalınır. “Tanrı misafiri” der yolcu. Kadınsa, “Kocam evde yok” diyerek açmaz kapıyı. Adam, boynu bükük kapıdan dönerken kadın pencereden bağırır: “Şu dışarıdaki ocakta tavuk var. Tencerenin altına bir odun atıver de öyle git” der ve camı kapatır.
Adam da az sonra “Çarık çorbada, tavuk torbada” diye bağırarak çekip gider.
9- Misafir gelince çocuk, “Anne, misafiriz acıkmıştır. Yemek pişene kadar çalduvar yaptırayım mı” diye sorar. Annesi de “Aferin, akıllı oğlum benim” yanıtını verir. Çocuk koşar içeri, bir kalbur harnup ile bir sürahi de su getirir. Misafir başlar keçiboynuzunu yemeye. Yedikçe de susar ve boşaltır sürahiyi.
Bir süre sonra sofra serilir, yemek konur ortaya ve misafir buyur edilir. “Ziyade olsun, yiyecek yerim kalmadı” der misafir de.
10- Akşam yemeğinde misafir, kaşığını çorbaya daldırdığı gibi götürür ağzına. Dili damağı yanar. Başını havaya kaldırır, ağzı açık bir süre bekler. Sonra da ev sahibine döner ve “Tavanda kaç mertek var, hiç saydın mı” diye sorar. O da “Ben acele edip hiç ağzımı yakmadım ki mertekleri sayayım” yanıtını verir.
***
Molla Memet’in hanımı yaşlanınca unutkan olmuş. Komşudan gelen bir tabağı nereye koyduğunu unutmuş, habire onu arıyormuş. Molla Memet, hanımına “Karı boş ver tabağı, eskilerden konuşalım. Ben seni istetmeden önce başkaları da istedi miydi” diye sormuş. Hanımı bir solukta, isteyenleri saymaya başlamış ve on ikincisine geldiğinde Molla Memet, “ Be karı, onlar seni isteyeli elli sene olduğu halde hepsini hatırlıyorsun da, beş dakika evvel koyduğun tabağın yerini neden unutuyorsun” demiş.
***
Bir gün, Muhtar Molla Memet’in köyüne kaymakam gelir. Köyün çocukları çevresinde toplanırlar. Kaymakam, muzipçe, Molla Memet’e, “ Bunlar da nerden çıktı, bok böcüsü gibi,” dediğinde, Molla Memet altta kalır mı, “ Kokuyu almışlar da öyle toplanmışlar, kaymakam bey,” yanıtını verir.
***
Gezendeli birisi, iki hanımı da öldüğü için, üçüncü kez evlenmek zorunda kalır; bu evlilikten de on iki çocuğu olur. Üçüncü hanımı da ölür. Köye Ermenekli bir “ taktak helvacı” gelir. Adamın karısının öldüğünü duyunca, “ Emir Allah’ın hemşerim, nasılsın?” der. O da, “ Nasıl olayım arkadaş, bu Allah o kadar kurnaz ki, olduğu yeri bana bildirmez. Üç hanımı bana münasip görmeyip hepsini elimden aldığı için, al bu çocukları, onlara da sen bak diyeceğim, yerini bilmiyorum,” diye yakınır.
***
Silifke’nin Değirmendere Köyü’nden yaşlı biri, Korucuk Köyü’nden genç bir bayanla evlenmiş. Adamcağıza her işi yaptırıyorlarmış. O iş, bu iş derken o kadar yorulmuş ki sonunda, “ Korucukluya enişte olacağıma, Tömüklüye eşek olsaydım bundan daha iyiydi, hiç değilse limon ağacının gölgesine bağlanırdım,” demiş.
***
Hiç saat görmemiş bir Koçaşlılı, saati kulağına dayamış, saatten gelen sesi duyunca, “ Anam avradım olsun, bunun içinde çekirge var,” demiş.
***
Köyden birisi, kız kardeşi ile evlendiği arkadaşına kendi kız kardeşini verir. Bir gün, köye bir satıcı gelir. Bunlar, şakadan hararetli bir tartışmaya tutuşurlar. Biri diğerine, “ Ben senin avradının kucağına yatarım,”der. Öteki hemen, “ Ben de senin avradının kucağına yatarım,” deyince, konuşmalara tanık olan satıcının aklı çıkar. Yanındakilere, “ Ulan, buradan kaçalım, kan damladı oldu,” der.
***
Ermenek’ten gelen “ taktak helva” satıcısı, bir okka helvaya karşılık, bir davar derisi alıyormuş. Köylünün biri, “ Gök deri var, alır mısın?” diye sormuş. Köy odasının da iki kapısı varmış. Bir kapıdan girip davar derisini gösteren, öbür kapıdan çıkıyor, deriyi arka tarafa bırakıyormuş. Helva satıcısı hep gök deri ile karşılaşınca, “ Sizin derilerinizin hepsi gök müydü?” diye sormuş. Bir teneke helva satmış, derileri deveye yüklemek için arka tarafa geçince, bir de ne görsün, bir tek gök deri var, uyanmış ama biraz geç olmuş.
***
Muzu ilk kez gören bir Koçaşlılı arkadaşına, “ Bu nedir” diye sorar. Öteki, “ Bu olsa olsa bamyanın aşısıdır,” diye yanıtlar.
(ORTA ASYA’DAN TOROSLAR’A GÜLNAR; F.SAADET BİLİR, ALİ F. BİLİR;
ETİK YAYINLARI, İSTANBUL, OCAK 2007)
YÖREMİZDEN MİSAFİR FIKRALARI
Aslında konuksever bir toplumuz ama dilimizde “Misafir misafiri sevmez, ev sahibi hiçbirini sevmez” diyen bir de atasözü var. Amacımız bu çelişkiyi irdelemek değil sadece ev sahibi/konuk ilişkilerini fıkralar aracılığıyla aktarmaktır.
1-Akşam yemek yerlerken ev sahibi büyük kaşığı alır, misafire de küçük kaşığı verir. Başlarlar çorba içmeye. Ev sahibi her kaşıkta, “Öldüm, öldüm” der. Misafir dayanamaz, “Yahu arkadaş, kaşıkları değişelim de biraz da ben öleyim” der.
2-Akşam yemek yerlerken ev sahibi misafire, “Yahu misafir, yiye yiye öküz olmadık mı ya” deyince, misafir de, “Arkadaş ben daha buzağı bile olamadım, hele biraz daha yiyelim” der.
3- Sabah olmuş; ev sahibi kahvaltı vermek, misafiri de aç gitmek istemez. İkisi de birbirlerini beklerken zaman geçmeye başlar. Ev sahibi dayanamaz “Ellerin misafiri türkü çağırarak gidiyor” deyince, kendi misafiri, “Onlar karınlarını doyurdular da öyle gidiyorlar” der.
4-Gece ilerlemiş ama misafirlerin kalkıp gitmeye hiç de niyetleri yok. Ev sahibesi konuklarına sorar:
—Siz gidince ne yapacaksınız?
Misafirlerden biri cevap verir:
—Yatıp uyuyacağız.
Esneyip duran ev sahibi bu yanıt üzerine yapıştırır lafı:
—Siz gidiverseniz, biz de yatıp uyuyacağız.
5-Bir eve misafir gelir. Ev sahibi konuklarına, “Susuz musunuz, uykusun musunuz” der. Misafir de hiç istifini bozmadan “ Çeşme başında uyuduk geldik” yanıtını verir.
6-Aç susuz bir yolcu, bir evin önünde durur ve yiyecek bir şeyler ister. Küçük bir kız ona bir dürüm ekmek ve bir topan dolusu pekmez ikram eder. Adamcağız biraz yedikten sonra:
—A benim gülüm! Neden çok goydun bekmezi? Yazık, yoyulacak.
— İçine sıçan düşük bekmezi mi gısganacağız sizden?
Midesi bulanan ve çok öfkelenen adamcağız içi pekmez dolu topanı taşa çarpar.
Küçük kız da yolcuya öfkeyle bağırır:
— N’aptın emmi? İtimizin topanını gırdın hoyu!
7-Bir eve konuk gelir. Ev sahibesi ocağa cılız bir ateş yakar, sacayağına da tencereyi koyar ve kendi kendine söylenir
—Piş aşım piş, misafir gidene kadar piş.
Misafir de gecikmez yanıt vermekte:
—Biz de bekleriz horoz ötene kadar.
8-Akşamüzeri kapı çalınır. “Tanrı misafiri” der yolcu. Kadınsa, “Kocam evde yok” diyerek açmaz kapıyı. Adam, boynu bükük kapıdan dönerken kadın pencereden bağırır: “Şu dışarıdaki ocakta tavuk var. Tencerenin altına bir odun atıver de öyle git” der ve camı kapatır.
Adam da az sonra “Çarık çorbada, tavuk torbada” diye bağırarak çekip gider.
9- Misafir gelince çocuk, “Anne, misafiriz acıkmıştır. Yemek pişene kadar çalduvar yaptırayım mı” diye sorar. Annesi de “Aferin, akıllı oğlum benim” yanıtını verir. Çocuk koşar içeri, bir kalbur harnup ile bir sürahi de su getirir. Misafir başlar keçiboynuzunu yemeye. Yedikçe de susar ve boşaltır sürahiyi.
Bir süre sonra sofra serilir, yemek konur ortaya ve misafir buyur edilir. “Ziyade olsun, yiyecek yerim kalmadı” der misafir de.
10- Akşam yemeğinde misafir, kaşığını çorbaya daldırdığı gibi götürür ağzına. Dili damağı yanar. Başını havaya kaldırır, ağzı açık bir süre bekler. Sonra da ev sahibine döner ve “Tavanda kaç mertek var, hiç saydın mı” diye sorar. O da “Ben acele edip hiç ağzımı yakmadım ki mertekleri sayayım” yanıtını verir.
YÖRE DİLİNDEN
EREZ YEMİŞ TAVUK GİBİ
EREZ YEMİŞ TAVUK GİBİ
Erez, 75–100 cm boyunda, buğday ve arpa ekili tarlalarında
yetişen otsu bir bitkidir. Buğdayı andıran siyahımsı tohumları olur. Bu
tohumlar alkoloid içerir. Erezli undan yapılan ekmeği yiyenlerde, sarhoşluk
belirtileri gözlenir. Bu nedenle eskiden değirmene gönderilecek buğday
kalburdan geçirilir ve içerisindeki erez tohumları ayıklanırdı. Ayıklanıp
atılan tohumları yiyen tavuk, dengede durmakta zorlanır, tuhaf davranışlar
sergiler.
Günümüzde ayakta durmakta zorlanan, sarhoş gibi davranışları
olanlara, “Erez yemiş tavuk gibi “ benzetmesi yapılmaktadır.
KARABATAĞA GİTMEK
Karabatak, perde ayaklı, orta büyüklükte, uzun gövdeli, uzun
kuyruklu, kapkara bir deniz kuşudur. Uzun, kalın ve sivri gagasının ucu
kıvrıktır. Gagasının çengel şeklinde olması, karabatağın balığı kolayca
yakalamasına yardımcı olur. Genellikle deniz kenarındaki kayalarda ya da kıyıya
yakın adacıklarda tek başına dururken görülür. Balıkla beslenir. Dalarak balık
yakalar, avının arkasından denizin derinliklerine kadar yüzebilir. Bir görünür
bir kaybolur. Dalar ama nereden çıkacağı belli olmaz.
Karabatağa
gitmek: Dalıp dipte yüzebildiği kadar yüzmek.
Karabakat gibi: Bir görünüp bir kaybolan
insanlar için kullanılır.
Karabatak gibi yüzmek: Çok iyi yüzmek
ONUNLA ORTAKÇILIK (ARKADAŞLIK) ETMEK, ISIRGAN İLE KIÇ SİLMEYE BENZER
Isırgan, yıkıklarda ya da gübre yığınlarının
eteklerinde kendiliğinden yetişen, 10 – 60 cm yükseklikte, oval yaprakları
girintili çıkıntılı bir bitkidir. Tüm yüzeyi tüylerle kaplıdır. Temas halinde,
insanı, yaktığı, daladığı ve çok fena kaşındırdığı için ısırgan adı verilmiştir.
Bir zamanlar insanlarımız, tuvalet olarak çalı diplerini
seçer ve silinmek için de ya taş ya da ot kullanırdı. O hassas bölgenin
dalayıcı, yakıcı ısırganla silindiğini düşünmek bile ürkütücü.
MAYA YA DA MAYA GİBİ
Maya, devenin
dişisine denir. Göç sırasında allanıp pullanan maya, katarın başına geçer.
Mayayı da evlilik yaşına gelmiş, giyinip kuşanan Yörük kızı çeker.
Yöremizde güzel genç bayanlara maya ya da maya gibi kız
derler.
TİRİK GİBİ
Sincap, yöremizde genellikle tirik olarak bilinir. “Tirik
gibi”, sincabın hızı ve ağaca tırmanışından dolayı, ağaca çıkmak ve gitmek
filleriyle kullanılır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder